12- İkoneli'nin Vaizi (Spooktober '21)



“İnanıyor musun? Senden daha kötü şeylerin varlığına?”

“Bu dünyada mı?” diye soruyla cevap verdi Vaiz. “Hayır.”

Vaiz’in bu soruya son kez cevap verişinin üzerinden yıllar geçmişti. O günden beri Yurt’un kırsal kesimlerindeki cemaatlere göreve gidip duruyordu. Hiçbir zaman aynı yerde çok uzun süre kalmıyordu çünkü onun gibi insanlara ihtiyaç duymayacak kadar sıradan yerler vardı. Arada sırada kendisine tanıdık gelen olaylar oluyordu. İnsan hayatının içine girmemesi gereken uğraş alanlarına bulaşan birileri olurdu ve bu duruma müdahale edecek kişi de yine Vaiz’di. Yine başka bir yere atanınca her zamanki gibi eşyalarını hızlıca toplamıştı. Artık kendisine iki çanta ile taşıyamayacağı eşyalar almıyordu. Görev süresi bitip Körfezkent’teki evine kalıcı olarak dönmedikçe böylesi daha iyiydi. Şimdi ise İkoneli’ne atanmıştı.

Vaiz’in bu yer ile alakalı duyduğu söylentiler bile başlı başına rahatsız ediciydi. Yurt’un iç kesimlerinde bir yerlerde, kıyıdan ve en yakın büyük şehirden kilometrelerce uzaktaydı. İnsanlar bu şehrin yakınından geçmemek için yollarını değiştirirlerdi, hedeflerine saatler sonra varacak olsalar da. İkoneli’ni kimse ağzına almazdı, böyle bir gereklilik de hiç olmuyordu. Uygar dünyanın konuları arasında İkoneli’ne gidip kaybolan insanlar konuşulurdu sadece. En yakınında yer alan diğer kentler bile çok uzaktaydı ve onlar da uygarlıktan uzak olmanın sonuçlarına katlanan yerlerdi. Burada yaşayan halkın inancıyla alakalı bir sorun olmalıydı, komşu yerleşimlerde olduğu gibi.

İkoneli insanı çok tutucuydu ve bu durumun sebebi sahip oldukları inançtaydı. Yurt bir sürü farklı inanca ev sahipliği yapmaktaydı ama İkoneli halkının inançlarında ve bu inançlarını uygulama tarzlarında çok tuhaf bir şeyler vardı. Diğer her yere olduğu gibi buradaki inançevlerine de vaiz atanırdı, yerli halkın inançları bu kadarına izin veriyordu. Buna rağmen bu vaizler bir daha şehirden çıkmıyorlardı. Görev süreleri bitince işlerini bırakıp şehre yerleşiyor ve dış dünya ile bütün iletişimlerini kesiyorlardı. Dünyanın geri kalanına kendini kapatmış olan bu şehre atanan yeni Vaiz ise kente eni sonu bitmeyen düz hiçliğin üstünde, bir otobüsün içinde kente yaklaşıyordu. Kafasında ise hala aynı soru vardı, cevabı hala değişmemişti.

Otobüs şehrin kıyısındaki bir semtte durdu. Araçtan inen vaiz iki eline iki çantasını almadan önce olduğu yerde durdu, içine şehrin havasını çekti, gözleri ile çevreyi iyice taradı. Bu onun için artık bir gelenek olmuştu. Toprak ve çakıldan oluşan araç sahasının etrafına bakımsız bir otel, küçük bir market ve eski bir manastır dizilmişti. Manastır artık kullanılmıyordu, görünüşe göre on yıllardır durum böyleydi. Bu düz boşluğun bir noktasında başka bir otobüs daha vardı ama az önce indiğinden çok daha eski bir tanesiydi. Çalışıp çalışmadığı bile kesin değildi. Vaiz’in gözleri bir süre o otobüse takılı kaldı.

“Şimdi mi geldin yoksa gidecek misin?”

Ses tonu yabaniydi ama azıcık da olsa geçmişteki bir eğitimin zerrelerini taşıyordu.

“Şimdi geldim.” dedi Vaiz.

“İyi o zaman.” dedi yabancı ve marketin içinden bir sandalye çıkarıp oturdu. Bir an sonra da ayağa kalktı. “Şehre götürmemi istiyor musun?”

“İhtiyacın var mı?”

Şaşıran yabancı bir süre öylece sessiz bir şekilde bakakaldı ama kendini hemen toparladı. “Hayır, bana burada otobüsün başında durmam için para veriyorlar. İhtiyaçları olduğunda götürüp getiriyorum.”

“O zaman hayır.” dedi Vaiz. “Yürümeyi tercih ederim.”

Vaiz oradan yürüyerek ayrılırken yabancı da arkasından onu izledi. Cebinden çıkardığı tütünü sararken de kafasını iki yana sallıyordu. “Çok yazık olacak.”

Yol boyunca insanlar gözlerini Vaiz’e diktiler. Vaiz’in gözleri ise hiçbirinin üzerinde uzun süre durmadı. Benzer sahneleri geldiği yerler yüzünden çok tanıyordu. İnsanların bir kısmı kendi yüzlerini gizliyordu, sadece gözleri görünüyordu. Bazılarının ise yürüyüşlerinde, hareketlerinde, duruşlarında bir sıkıntı var gibiydi. Gittiği bazı küçük yerleşimlerde aynı soyun içinde yapılan evlilikler yüzünden bu sakatlıklarla yetişmiş insanları biliyordu ama böylesine büyük bir şehirde hiç rastlamamıştı. Sadece yoldaki değil, yolların kenarlarında dikilen binalardaki insanlar da pencerelerden izliyordu. “İzlesinler.” diye düşündü vaiz. “Alışmalarına yardımcı olabilir.”

Devletin kendisine verdiği eve varınca çantalarını bir kenara koydu. Sonraki vaaz vakti çok yakındı, bu yüzden çabucak temizlendi ve giysilerini hazırladı. Giysilerini çantasından çıkarırken o günlerden beri yanında taşıdığı şeyleri gördü. Ne olur ne olmaz diye onları resmi vaaz cübbesinin iç kısmına koydu. Bunu yaparken gözlerini kapatıp dua ediyordu. Her şeyi hazırladıktan sonra evinin penceresini açmak, içeriye ışığın girmesine izin vermek istedi. Açar açmaz, aşağıdaki caddede eliyle kendisini işaret edip birbirleriyle konuşan insanları gördü. İnsanların çoğu geleneksel giysiler giymişti ama bunlar Yurt’un geri kalanındakilerden farklı giysilerdi. Üzerlerinde tuhaf işlemeler vardı. Bu Vaiz’in hiç hoşuna gitmemişti. Onun da kendilerine baktığını gören insanlar hemen konuşmayı kesip oradan ayrıldılar.

Vaiz pencereyi geri kapattı. Derin bir nefes aldı, cübbesini düzeltti ve evin kapısını kapatıp yola çıktı. Evinin olduğu rezil durumda olan binanın merdivenlerinden aşağıya indi ve apartmanın kapısından sokağa çıktı. Komşularının sesini duymadığına şaşırmıştı. Bina boşmuydu? Onun için çok fark etmeyecekti. Buradan inançevine olan mesafe pek uzun değildi ve o da yürümeyi seçmişti. Eski, gösterişsiz takım elbisesinin üzerine bu sefer cübbesini giymiş olan Vaiz’i gören yerlilerin yüzleri buruştu. Şehre gelen yabancıdan zaten rahatsız olmuşlardı ama onun kendilerine atanan yeni Vaiz olduğunu öğrendiklerinde iyice sinirlenmişlerdi. Vaiz bunu onların yüzlerinden okuyabiliyordu. İnançevine giden ve tiksinti dolu bakışlarla dolu olan yoluna devam etti.

İnançevi çok sıradan bir mimariye sahipti. Ay Vadisi’nin sahip olduğu matematik ve geometrierle dolu süslemelerin üstü örtülmüştü. Duvarlar olduğu gibi çirkin bir renge boyanmıştı. Bahçe bakımsızlıktan öylece ortada durmuştu. Bitkiler ve böcekler kendi başlarına kalmışlar, kendi egemenliklerini ilan etmişlerdi. Buna rağmen bahçenin bazı kısımlarını beton dökülmüş, betonun üzerine de taştan masalar konmuştu. Adaklar burada kesiliyor olmalıydı. Bunu görünce Vaiz’in huzuru kaçtı. Bahçeyi arkasında bırakıp içeri girdi. Cemaatin toplandığı, rastgele dizildiği halının üzerinde yürüdü ve odanın en ön kısmında yer alan kürsüye çıktı. Seslenmek üzere olduğu topluluğu inceledi. Hepsi de ciddi ve duygusuz ifadelerle ona bakıyordu. Buraya zorla gelmiş gibi bir halleri vardı. Vaiz derin bir nefes alınca insanlar şaşırdı. Bu kişinin önünde hiçbir kağıt yoktu, ezberinden mi bir vaaz verecekti?

“Sizlerden daha kötü olan şeylerin varlığına inanıyor musunuz? Ahlaki bir kötülükten bahsetmiyorum. Hareket eden, iradesini uygulayabilen, varlığıyla kötü olan şeylerden bahsediyorum. İnansanız da inanmasanız da fark etmez. Onlar varlar. Uzak topraklarda da varlar, yakın topraklarda da… Kendinizi nasıl koruyacaksınız? Koruyamazsınız. Kendi kendinizi onlara karşı koruyamazsınız. Bu yüzden Tanrı’ya ihtiyacımız var, onunla birlikteyken bu varlıkların kötülüğünden koruyabiliriz, birbirimizi, kendimizi, sevdiklerimizi. Kendisini korumak için Tanrı’dan başka varlıklardan yardım isteyen zavallılara ise çok yazık. Çok yazık ki, onlar varlıkları boyunca çok kötü bir yükü sırtlarında taşıyacaklar. Siz, değerli insanlar, yardıma ihtiyacınız olduğunda Tanrı’ya gidin, Tanrı’dan başkasından da yardım istemeyin. Yoksa ne bu dünyada ne de başkasında çare bulursunuz.”

Vaaz bittiğinde topluluğun yüzünde çok kötü ifadeler vardı. Kendilerine söylenenlerden, kullanılan kelimelerden ve seçilen konudan oldukça rahatsız olmuşlardı. Çoğu vaaz biter bitmez ayağa kalkıp inançevini terk etmişti. Vaiz için bu durum çok sıradandı. Vaazları oldukça uç noktalarda yer alıyordu ve alışılmadık bir tarza sahipti. Bu yönü sebebiyle hep Yurt’un uç yerleşimlerine sürülüyordu ama hem tarzını korumak istediği için hem de böyle yerleşimlere gelmek istediği için kendisi için her şey çok uygundu. İnançevi’nin içinde hala bir kişinin kaldığını görünce şaşırdı.

“Sen kalmışsın.”

“Konuşmak istemiştim.” dedi adam.

“Tabi, dışarıda konuşalım.”

İki kişi bahçeye geçti ve yabanileşmiş çiçeklerin arasında konuşmaya başladılar.

“Yarının vaazına kadar buradan gitmiş ol yoksa başına çok kötü şeyler gelecek.” dedi yabancı adam. Adamın yüzü gözleri dışında olduğu gibi kapalıydı ve konuşurken çenesi hiç hareket ediyormuş gibi görünmüyordu. Vaiz’in gözlerinden kaçmamıştı bu durum. Adam da vaizin bunu anladığını fark etti ama üzerine bir şey demedi. Vaiz’in cevap vermesine fırsat bırakmadan arkasını döndü ve tuhaf bir şekilde topallaya topallaya inançevinin avlusundan çıkıp İkoneli’nin sokaklarında kayboldu. Vaiz ise sadece onun arkasından bakabildi bir süre. İnançevinin kapılarını kapayıp kilitledi. Gözlerini bir iki saniye için kapayıp, derin bir nefes aldı ve ellerini yumruk halinde sıkarak içinden dua etti. Sonra da evine giden yola geri döndü.

Binasına döndüğü zaman bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Binadaki diğer dairelerin pencereleri açıktı, içerisi karanlıktı. Karanlığın içinde parlayan gözler vardı, kendisine bakıyorlardı. Vaiz binanın önünde durdu ve pencereden kendisini izleyen bu gözlere baktı. Bu bakışma sırasında pencerelerdeki gözlerin sayısı artmaya başladı. Kendi çevresinde duyduğu adım sesleri ile birlikte Vaiz’in bakışları geriye doğru çevrildi ve sokakların karanlık köşelerinden kendisine bakan başka gözleri gördü. Yine derin bir nefes aldı ve soğuk kanlılıkla binanın kapısından içeri girdi. Kendisine bakan gözlerin olduğu dairelerin önünden geçti, merdivenlerden yukarıya çıkıp evinin önünde durdu.

Kapının önüne Ay Vadisi’nin kadim uygarlıklarının eski harfleriyle yazılan bazı kelimeler vardı. Ne yazdıklarını bilmiyordu ama bu kelimelerin bazı lanetler olduğuna emindi. Kapıyı açıp içeri girdi. Cübbesini bir kenara bıraktı, içeriden bez aldı ve kapının üstünü sildi. Tam harfleri silmiş ve işi bitmişken karşıdaki dairenin kapısının açıldığını duydu. Kapı çok ağır bir şekilde aralandı ve iyice geriye doğru açıldı. Daire karanlıktı ve içeride kimse görünmüyordu. Ne bir vücut, ne de ona bakan gözler. Vaiz yine de orada bir şeyler olduğuna emindi, bu yüzden kendi kapısını geri kapattı ve kilitledi. İçeriyi havalandırmak için penceresini açınca da sokağın hiç aydınlatılmadığını gördü. Bir süre sokağın karanlığını izledi, sonra da karşı binalardaki pencerelere gözü dikildi. “Bu pis havanın içeriye girmesine gerek yok.” diyerek pencereyi geri kapatıp perdeyi çekti.

Çantasındaki eşyaları boşaltıp odayı kendi düzenine göre yeniden şekillendirince bir sandalyeye oturup dua etmeye başladı.

“Tanrım, sen ki Yaradansın, Ulusun ve her şeyi bilensin. Bana yardım et, başka kimse edemez. Bana yardım et ki ben de başkalarına yardım edebileyim. Beni affet ki ben de başkalarını affedebileyim. Beni koru ki ben de kendimden güçsüzleri koruyabileyim.” diye dua ediyordu ki birden binanın geri kalanından sesler gelmeye başladı. Vaiz olduğu yerden kalkıp sesleri dinledi. Duvarlarda bir şeylerin gezdiğini duydu. Bir fare sürüsü hareket halinde gibiydi ama sonra yan duvarlardan ses geldi. Sanki yere dikilen duvara dik bir şekilde yürüyen ayaklar vardı.

“Tanrım, sen ki…” diye bir ses geldi ama kendisinden gelmemişti. Ses çok kalındı ve bozuktu. İnsanın midesini bulandıran bir tonu vardı. “Yardım et…” dedi ses. “...kimse yardım edemez…”

“Kim o? Kim dalga geçiyor?” diye çıkıştı Vaiz ama bir cevap gelmedi.

“Yardım et…” diye bir ses daha duyuldu.

“Kime?” diye sordu Vaiz ama yine bir cevap gelmedi.

“Yardım et…” diye bir ses daha duyuldu ve bunun ardından bütün duvarlardan fare sesleri ve yardım çığlıkları geldi. Vaiz odanın ortasında durdu tüm bunlar olurken ellerini iyice sıktı. En sonunda sesler kesilince bir kapının açıldığını duydu. Kapıdan çıkan şey binanın içinde ilerledi, adımlarını attı ve sesler Vaiz’in kapısının önünde kesildi. Vaiz’in gözleri sonuna kadar açılmıştı ve kapıya bakıyordu. Kapısı üç kere çaldı.

“Yardım et…” dedi kapının önündeki ses.

Vaiz sessiz bir şekilde durmuş kapıya bakıyordu, cevap vermemişti.

Ses yine kapıya vurdu ama bu sefer şiddetli bir şekilde. “Yardım et…” diye tekrarladı.

Vaiz kapıya yaklaşmaya başladı. Yavaş ve ağır adımlarla çok dikkatli bir şekilde ilerledi. Sesi çıkaran şey ile kapıya artık aynı mesafede olmalıydı. Bu sefer kapı çok sert bir şekilde vuruldu ve dışarıdaki şey “YARDIM ET!” diye bağırdı.

“KİME?” diye sordu Vaiz.

Kapının önündeki varlık ses çıkarmayı kesti ve “Kendine…” dedi. Vaiz kapının önünde dikkatli bir şekilde dururken sesler de iyice uzaklaştı, yan taraftaki bir kapıya doğru yöneldi ve en sonunda her yer olduğu gibi sessizleşti.

Vaiz elini kapının koluna götürdü, gözlerini kapıya dikti. Derin bir nefes alıp kapıyı hızlı bir şekilde açtı ve dışarıya atıldı. Kimse yoktu ve bütün kapılar kapalıydı ama yerde bazi izler vardı. Bu izler herhangi bir insanın ayağına ait değildi ve yan taraftaki kapıda bitiyordu. Kendi kapısına bakan vaiz kapının üstünde de bu izlerden olduğunu gördü. Hızla içeriden bez alıp kapıyı sildi, sonra da içeriye girip kapısını kapattı.

Ertesi gün Vaiz hala şehirdeydi, gitmemişti.

Vaaz vakti gelince cübbesini giydi, hazırlandı ve dışarıya çıktı. İnançevine gidip vaazını verecekti. Yolda bir sürü gözün bakışına maruz kaldı. İnançevine gittiğinde dün orada olduğundan daha büyük bir topluluk gördü. Topluluktaki herkes büyük bir tiksinti ve öfke ile ona bakıyordu. Vaiz buna aldırmadı ve herkesi tek bir baş hareketi ile selamlayıp içeri girdi. Yüzleri ve vücutları kapalı insanların doldurduğu kilimin üzerinden geçti ve kürsüsüne çıktı. Herkes şaşkın bir şekilde onu izliyordu ama insanlar artık ayağa kalkmışlardı. İnançevinden de ayrılmıyorlardı. Öylece ona bakıyorlardı.

“Seni uyarmıştım.” dedi dün konuştukları yabancı, topluluğu yarıp öne çıkarak. “Bizim kimler olduğumuzu bilmiyorsun.”

“Bilmem gerekmiyor.” diye cevap verdi Vaiz. “Burası inançevi ve görevim benim burada olmamı gerektiriyor.”

“Burası bizim evimiz.” dedi yabancı. “Ve kim olduğumuzu görmenin vakti geldi.” deyip yüzünü ve üstündekileri çıkardı. Örttüğü yüzünün üstünde en az beş altı tane göz vardı, kapattığı haliyle sadece iki tanesini göstermişti. Herhangi bir ağzı yoktu ama kocaman ve biçimsiz bir burnu vardı. Vücudunun geri kalanı ise insan bedeninin büyük oranda biçimini kaybetmiş bir hali gibiydi. Herhangi bir sakatlık veya hastalık olamazdı bu. Vaizin karşısında duran yabancı her kimse, bir insan değildi. Böylece cemaatin diğer üyeleri de kendilerini gösterdiler. Her birinin vücudunda ayrı bir biçimsizlik vardı. İnsan anatomisine ait olmayan bedenler, inançevinin halısının üstünde aykırı duruşlarla dikiliyorlar ve aç gözler ile Vaiz’e bakıyorlardı. Her birinin sesiyle ayrı bir söz söylendi, kadim zamanlara ait yasak sözlerdi bunlar. Sözler tavandan, yerden, duvarlardan sekti ve sektiği her yerde ayrı bir iz bıraktı. Vaiz’in kapısının üstündeki, Ay Vadisi’nin eski uygarlıklarının harfleri ile yazılmışlardı. Ses odanın içinde yankılandı, yozlaştı ve mide bulandırıcı bir tona büründü.

Vaiz’in gözlerinden ise yaşlar akıyor, ağzından farklı farklı dualar dökülüyordu.

“Tanrım, sen ki Yaradan’sın, Ulu’sun, her şeyi bilensin. Bana yardım et, başka kimse edemez. Beni koru, başka kimse koruyamaz…”

“Söyle bakalım Vaiz…” dedi yabancı. “Senden daha kötü şeylerin varlığına inanıyor musun?”

“Affet, başka kimse affedemez. Beni yapacaklarım için affet.”

“Daha kötü şeylerin varlığına inanıyor musun?” diye tekrarladı yabancı.

“Bu dünyada mı?” diye soruyla cevap verdi Vaiz. “Hayır.”

O anda dışarıdan içeride olan biteni dinleyen kalabalığın kulağına o güne kadar hiç gelmeyen bazı sesler geldi. Vaiz’e acaba neler yapıldığı hakkında kendi aralarında konuşan kalabalık, önceki Vaizler’le uğraşırken böyle seslerin hiç duyulmadığını söylüyordu. Birden içeriden sayısız farklı sesten çıkan çığlıklar gelince kalabalık iyice geri çekildi. Çığlıklar iyice arttı, yoğunlaştı, sıklaştı, sonra da teker teker azalıp bitti. Çığlıklardan oluşan mutlak sessizliği ise inançevinin kapılarının ardından gelen çok alçak tondaki bir dua bozdu.

“Tanrım beni affet, başka kimse affedemez. Senden başka varlıkların korumasına, yardımına, etkisine sığındım. Kötü oldum, kötülük oldum. Bir daha bu etkiyi kullanmama izin verme. Beni affet.”

Kapılar açıldı, cübbesi ile birlikte Vaiz dışarıya çıktı. Şaşkınlıkla kendisine bakan kalabalığı gördü, bir an için durdu. Başı ile tüm kalabalığa tek bir hareket ile karşılık verdi ve inançevinden ayrıldı.

İçeri giren kalabalık ise tek renk duvarların ve yeri kaplayan halının dışında bomboş bir biçimde duran inançevini gördüler. İçeride başka kimse yoktu.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)