16- Sarı Keşiş (Spooktober '21)
Uzun ve eski cübbesinin morarmış ve kararmış kısımları gecenin saf ve sonsuz siyahlığına karışıyordu. Cübbenin yer yer ölü ve sönük sarı rengi, hortlamış ve bütün varoluş amacını kaybetmiş bir ışığın cansızlığıyla insanın gözüne vuruyor ve zihni bulandırıp en tehlikeli oyunların içine çekiyordu. Sarı, mor ve kara renklerinin üzerine işlenen doku, en masum yaratıkların bedenlerinden yapılmıştı. O renkler üzerinden yardım için bağıran bu yaratıklar için asla bir huzur olmayacaktı. Bu dokuların birbirlerine dikiliş tarzı ve açıları ise kullanımı yasak ve imkansız olan geometri ile matematik uygulamaları kullanılarak elde edilmişti. Ancak böyle bir cübbe saklayabilirdi o kötücül niyeti, berbat doğayı ve kaçması imkansız kaderi… Sarı Keşiş’i…
Cübbesinin başlığının altında sakladığı yüzü tamamen karanlıklar ardındaydı ama o karanlığın içinden bile insanın ruhunun derinliklerine bakan gözlerin olduğunu anlayabilirdiniz. Kargatepe’nin Garglakları’nı bile geride bırakan bir duruşu, hareketi vardı Keşiş’in. Korkunç cübbesinin altında vücudunun geçirdiği değişimler, gerçekleştirdiği eylemler, kemiklerinin, kıkırdaklarının oynayış tarzı, harekete geçerken bütün vücudun yaptığı imkansız manevralar kendini belli ediyordu. Cübbesinin etekleri sürekli yerlerde sürünüyordu ve onu ilk kez gören birisi havada süzüldüğünü iddia edebilirdi. Yine de durumun böyle olmadığını kesin bir şekilde anlayacaktım. Cübbesinin kollarından çıkardığı elleri gören kişilerin ise artık kaçabileceği bir yer olamazdı. O eller dışarıya çıktığı zaman Keşiş’in kimi kurban olarak seçtiği belliydi. Eğer kurban seçilmişse, o kurban Keşiş’in efendilerine verilecekti.
Körfezkent’in merkezinde, Meydan semtinin uç sokaklarından birindeki bir dairede kalıyordum. Kargatepe’ye olan yakınlığım nedeniyle okült konulara hep bir ilgim olmuştu ve iş sonrasında eğer hiç kimse ile birlikte vakit geçirmiyorsam genelde yine bu konularda araştırmalar yapar veya kendi uygulamalı çalışmalarımı yürütürdüm. Kargatepe’de yaşanan olaylardan hep korkuyor olsam da, doğaüstü olaylara duyduğum merak ve yürüttüğüm çalışmalar dehşet olasılığı taşıyan unsurlardan çok hayatın ilgi çekici ve bilinmeyen bir alanı olarak geliyordu bana. Sanki var olmalarından çok var olma ihtimallerini seviyordum ve gerçekliğe bürünürken değil, gerçekliğe bürünmeye yakınken çok hoşuma gidiyordu bu durum. Bu yüzden yaptığım araştırmalar da bir gün göklerdeki efendilere ve onların yer yüzündeki elçileri olan Sarı Keşiş’e gelmişti. Ben her zamanki ilgi ve merağım ile çalışmalarımı yürütmüş, sınamalarımı yapmıştım. Ertesi gün ise sıradan bir gün gibi işe gittim.
Meydan semtine olan dönüşü gecenin geç bir saatinde yapmıştım o gün. İşte karanlığın çöktüğü o derin saatlerde yolda giderken hissettiğim çok yoğun bir duygu beni durdurdu. Bu duyguyu evimin penceresinden Kargatepe’nin kısmi olarak terk edilmiş eski binalarına bakarken de hissetmiştim ama bu sefer çok daha yoğun, çok daha tehlikeli bir havası vardı. Çevreme baktım ama hiç kimseyi ve hiçbir şeyi göremedim. Sadece cadde, caddeyi aydınlatan ışıklar ve çevreye dizilmiş binalar vardı.
Yoluma devam etmeye karar verdim ama o his bir türlü geçmedi. Derin derin nefes alıp veriyor ve içimdeki bir gerginliğin mi buna sebep olduğunu düşünüyordum. Çok hafifçe esen bir rüzgarın sesini duyunca olduğum yerde durdum. Rüzgarın sesi bütün somutluğuyla geliyordu ama herhangi bir rüzgar esmiyordu. Sesin geldiği tarafa bakınca arkada çok uzakta sokak ışıklarının altından ve onların arasındaki karanlık aralıklardan ilerleyen birisini gördüm. Berbat görünümlü uzun bir cübbe giyiyordu, hareketleri ve yürüyüşü oransızdı, düzensizdi, dağınıktı. Cübbenin örttüğü karanlığın içinden ise çok kötücül bir arzu vardı, o arzunun hedefi de bendim.
Hiç tereddüt etmeden yürüyüşümü hızlandırdım, sesler yaklaşınca da koşmaya başladım. Geniş caddenin daracık kaldırımlarında koşuyordum. Yardım istemeyi de düşündüm ama çevrede kimse yoktu. Telefonumdan birilerini aramayı da düşündüm ama telefonum hiçbir şekilde sinyal almıyordu. Ara sokaklara girmek istemedim, bu şeyin beni nasıl köşeye sıkıştırabileceğini düşünmek içimde çok çirkin kaşıntıların ortaya çıkmasına neden oldu. Her bir adımımı bir öncekinden daha ileriye atıyordum, kollarımı hiç olmadığı kadar hızlı ve güçlü bir şekilde sallıyor, bir şekilde bu hareketin vücudumu o şeyden daha uzağa taşıyacağını düşünüyordum. Yanından koşarak geçtiğim bir mağazanın karanlık vitrinindeki yansımaya baktığımda ise cübbeli figürün hızla bana yetiştiğini gördüm ama bu ilerlemeyi sanki yürüyerek veya koşarak değil, cübbesinin içinde havada bana doğru süzülerek yapıyordu.
Olanca gücümle yaptığım koşuya asıldım. Ciğerlerim yanmaya, göğsüm sıkışmaya ve kaslarım karıncalanmaya başladı ama bana daha fazla yaklaşmasına izin vermiyordum. Yoldaki trafik aynalarından, yanından geçtiğim başka mağazaların vitrinlerinden ve arkamdan gelen rüzgarın sesinden anladığım kadarıyla o şey mesafenin açılmasına da izin vermiyordu. Peşimden koştukça o cübbenin içinden çıkan bir fısıltı veya hırıltı duyduğuma da eminim. Eğer benimle bir oyun oynayan hayal gücüme kanmıyorsam, bu ses bazı güçlü varlıklara edilen bir dua veya ayin niteliğindeydi. Sözlerin anlamını kesinlikle kavrayamıyordum, çıkardığı ses bölmelerini de ayrı ayrı seçemiyordum ama karanlık doğasını sezebiliyordum.
En sonunda dairemin bulunduğu binaya girdiğimde ise bütün gücümle binanın kapısını kapatmaya çalıştım ama kapı çok ağırdı ve hemen çarpmasın diye bazı mekanizmalar konulmuştu. Binanın önüne gelen o varlık gittikçe yaklaşırken kapı biraz daha kapanıyordu ama yetişmeyecek gibiydi. Ben yine de direttim, sahip olduğum bütün enerji ile kapıya asıldım ve mekanizmaları da iyice zorlayıp kırarak hemen kapıyı kapattım. Hızla daireme dönecekken cübbenin altındaki varlığın kapıya dayandığını sonra da geri çekildiğini gördüm. Bollaşmış cübbe kollarının içinden çıkarttığı ince, kemikli, kararmış, hastalıklı, uzun elini kapının camına koydu ve başlığının içindeki karanlıkta sakladığı ağzından içimdeki huzuru olduğu gibi kaçıran bazı sesler çıkardı. Sonra da geri dönüp uzaklaştı.
O uzaklaştıktan sonra istemsizce kapıya yaklaştım ve kapının önünde, yerde beliren ama hızla kaybolan izleri gördüm. Ayak izleri mi yoksa diye düşündüğüm bu izlerim şekli herhangi bir insanın ayağına ait değildi.
O izleri gördükten ancak birkaç saniye sonra kendime gelip daireme çıkabildim. Kapıyı kapatıp kilitledim, ışıkları söndürdüm ve bir koltuğa oturup öylece bekledim. Neyi beklediğimi ben de bilmiyordum. Belki o şeyin dönmesini bekliyordum, belki de bu karanlık düşten uyanmayı… Dizlerimi karnıma çekmiş, kollarımı dizlerime dolamıştım ve gözlerim zemindeki bir noktaya kilitlenmişti. Az önce yaşadığım durumun gerçekliğini sorguladım saatlerce, sonra da istemsizce gözlerim kapanmış, öylece uyumuşum.
Bu olaydan sonraki birkaç günü tamamen evimde geçirdim. İş arkadaşlarım neden gelmediğimi sorduklarında ise çok kötü bir rahatsızlık geçirdiğimi söylüyordum. Keşke bunun yerine böyle bir hastalık geçirseymişim. Tabi evde sürdürdüğüm ayrıklık durumu çok sürmedi ve işime geri dönmek zorunda kaldım. Bu sefer ne okültle ne de Kargatepe ile ilgileniyordum. Yaşadığım şeyler gerçekti, korkunçtu. İşten hep erken döndüm ama ne zaman bir sokağın loş ışığında veya bir köşenin, aralığın karanlığında kalsam hep o hırıltıyı, Keşiş’in insanın içini dışına çıkaran ayinlerini duyar gibi oldum. Ne zaman bir rüzgar esse, Keşiş’in o hışırtıyı çıkararak beni takip ettiğini sandım. Artık sokaklar değişmişti, hayatım değişmişti.
Yaşadığım gerilim, paranoya, korku artık dayanılmaz seviyelere ulaşınca taşınmayı düşündüm ama başka bir evde, şehirde veya coğrafyada bu şeyin peşimi bırakacağını düşünecek kadar saf değildim. Dürüst olmak gerekirse bu noktada Sarı Keşiş hiç peşimde olmayabilirdi, tüm bunlar benim dehşetin işgal etmiş olduğu zihnimin kuruntuları olabilirdi. Yine de biliyordum ki Keşiş beni eliyle benim binamı, dolayısıyla da beni işaretlemişti. Zamanı gelince yine peşime düşmesi kaçınılmazdı. Böyle bir varlıkla, kötülükle çarpışmak, ona karşı direnmek, onun arkasından gitmek mümkün olmayan bir durumdu. Böylesi bir şeytan ancak en kötü kabusların ürünü olabilirdi ve kabuslarla savaşamazdım. Gün ışığı üzerime vurana kadar gece devam edecekti benim için.
Böylece araştırmama başladım. Keşiş’e karşı yapabileceğim hiçbir şey yoktu ama belki kendi bu belayı üzerimden atacak bir çözüm yolu bulabilirdim. Yıllarca okült çalışmalar yapmıştım, bu yüzden içinde bulunduğum durumlara benzer hikayeleri çok duymuştum. Araştırmamın gösterdiğine göre Keşiş’in hizmet ettiği efendilere Körbolu’da bulunan bir manastırın bir zamanlarki topluluğu da ayrıca hizmet ediyordu. Saldırgan bir topluluk gibi görünmüyorlardı ama halk arasında yayılmış tekinsiz bir ünleri vardı. Topluluğun kendi içinde ise insanlar sık sık ortadan kayboluyorlardı. Son zamanlarda hiçbir sesi çıkmayan bu inanç topluluğu, göklerdeki bekçilere ve bu bekçilerin hizmetçilerine tapıyorlardı. Sarı Keşiş’in kendisi ise bu topluluk arasında yayılan öcü hikayelerinin bir parçasıydı. Yolunu kaybetmiş sarı rahiplerden bahsediliyordu ama bu rahiplerden bilinen hiç kimse kalmamıştı geriye.
Gerekli bilgilere ulaştıktan sonra kararımı verdim ve yolculuk için hazırlıklar yapmaya başladım. İşyerimden yeteri kadar izin aldım, ailem ve arkadaşlarımla vedalaştım, eşyalarımı topladım. Sarı Keşiş ile olan karşılaşmamda telefonumun işlemediğini hatırlayarak yanımda bazı haritalar ve kitaplar da getirecektim. Böylece daha fazla bilgiye ulaşmam gerekirse onları kullanırdım. Ne kadar ederse etsin en erken günde Körbolu’ya kalkan otobüs biletini aldım ve kalabileceğim bir yer ayarladım. Yolculuğa çıkmadan işyerimin verdiği izin diliminin hemen önceki günün sabahında ise işe giderken fark ettim, binanın önünde yeniden beliren ayak izlerini ve kapının üzerindeki el izini.
Otobüs yolculuğu oldukça uzun sürdü ama yolun geçtiği coğrafya yeşilliği bakımından zengin ve göze hoş gelen bir yerdi. Ağaçların ve çimenliklerin kapladığı tepelerin arasında kırlar uzanıyordu. Kırların ortasına kurulan mütevazı Körbolu kenti bütün sadeliği, eskiliği ve sakladığı sırlar ile dikiliyordu. Körbolu’nun biraz uzağında ise eteklerini uzun boylu ve sık ağaçların sardığı Düştepe yükseliyordu. Manastır o ağaçların üstüne çöken sisin arasında bir yerdeydi.
Körfezkent ne kadar hareketli ve değişken ise Körbolu da o kadar durağandı. Yüz yıllardan beri değişmeyen, farklılaşmayan, inatla korunan bir yapısı vardı. Binaların mimarisi yapıldıkları dönemlerden beri hiç gelişmemişti, caddeler ve sokaklar olduğu gibi kalmıştı. İnsanlar buradaki hayatlarında bir dalgalanma, hareketlilik istemiyorlardı. Uygarlığın gelişimine uyum sağlamak gibi bir çabaları yoktu ama anladığım kadarıyla, durağan hayatlarında buna gerek de yoktu. Şehrin kendisini görüp yolculuklarına devam etmek isteyen yolcular dışında bir tek Sarı Manastır’ı ziyaret etmek isteyen insanlar buraya geliyordu. Bu durumda ise bu kişi ben oluyordum.
Ayarladığım ucuz otele geçince insanların bana yönelttikleri bakışları gördüm. Benden rahatsız olmamışlardı ama yapabileceğim en ufak dikkatsiz bir harekette böyle bir rahatsızlığı kolayca yaratabileceğimi hissediyordum. Sessizce odama çekildim, eşyalarımı yerleştirdim ve o an gördüm penceremin baktığı noktayı. Düştepe’nin üzerine sis çökmüş sık ormanlığına bakıyordu pencere. Uzakta tüm bu ormanlığın içinde ise Sarı Manastır’ın yüksek ve sivri çatısını ancak seçebiliyordum.
Geceyi o odada geçirip ertesi gün dışarı çıkacak, Körbolu kentinde de küçük çaplı bir araştırma yaptıktan sonra da Düştepe’ye tırmanıp Manastır’a gidecektim. Gözlerimi kapatıp kendimi uyku diyarına bırakmam ile sabah gün ışığına uyanmam arasında ise hiç hoşuma gitmeyen bir şey oldu. Gözlerimi açtığımda otel odasının pencere camında bir iz gördüm. Dairemin olduğu binanın kapısında bırakılan iz ile aynıydı bu iz. Sarı Keşiş’in elinin iziydi. Keşiş peşimdeydi ve nerede olursam olayım peşime düşeceğini söylüyordu bu şekilde. Demek ki başka bir şehre taşınmak gerçekten de işe yaramayacaktı. İnsanın yakasını bırakmayan bir belaydı bu.
Durumun beni caydırmasına izin vermedim ve kente indim. Yerliler ile yaptığım çok da hoş olmayan bir sohbetten sonra Manastır’ı ziyaret eden son kişinin bu yolculuğu yıllar önce yaptığını öğrendim. Kendisinden bir daha haber alınamayan bu kişi cemaatinden uzaklaşmış birisiydi ve geçmişi ile yüzleşmek üzere gelmişti buraya. Onunla aynı yolu yürümek üzereydim, Düştepe’nin eteklerindeki ormandan tırmanıp Manastır’ı bulacaktım. Belki Manastır’da kendisi ile konuşma imkanım olabilirdi. Sarı Keşiş’i nasıl peşimden düşüreceğim hakkında bilgi alabilirdim. Gerçekten de böyle bir olasılık varsa tüm bu yolculuk ve dağa yapacağım belalı tırmanış her şeye değebilirdi. Araştırmamı kısa kestim, kendimi hazırladım ve dağdaki Manastır’a doğru giden yolculuğuma başladım.
Uzun boylu ve sık dizilmiş ağaçların arasına çöken sis o kadar yoğundu ki insanın doğru yöne gittiğine dair kendisini iyice zorlaması gerekiyordu. Bastığım toprak da bayağı nemlenmişti, yer yer çamur vardı ve botlarımı bu çamurun içinden çeke çeke yürümek artık uğraştırıcı olmaya başlamıştı. İçime çektiğim sis havasında da bir şeyler vardı. Her bir nefeste ciğerlerim biraz biraz yanıyor, gözlerim puslanıyor, başım dönüyordu. Buna rağmen beni etkileyen ciddi bir durum yoktu ve tüm bu küçük engellere rağmen yoluma devam ettim. Bazen yorulduğumda dinlenmek için ağaçlara yaslanıyordum ama bu ağaçlara dokunduğum noktalarda kendini belli eden çirkin kıvamlı sıvı yüzünden çok rahatsız oldum. Biraz daha dikkat edince bu sıvının bütün ağaçlardan sızdığını gördüm. Herhangi bir şekilde dinlenmeden sürdürecektim tırmanışımı.
Manastıra doğru giderken bir süre sonra sisin gökyüzünü de olduğu gibi kapladığını gördüm. Bir iki metre görüş mesafesi vardı ve o mesafenin ardı tamamen bilinmezlerden oluşuyordu. Bir anda olduğum yerde durdum ve tam olarak nerede olduğumu, hangi yöne doğru ilerlediğimi çıkarmaya çalıştım. Yanıma aldığım haritaları ve çevrede fark ettiğim coğrafi yapıları düşünürken sisin içinde bir hareketlenme fark ettim. Sarı Keşiş’in ettiği hareketlere benzemiyordu bu durum, sanki kendi başına, kendi amaçlarıyla umursamazca hareket eden başka şeyler vardı. Çevremde hareket eden figürlerin sayısı ve hızı artmaya başlayınca iyice panik yaptım ve gözlerim müthiş bir hızla onları seçmeye çalıştı. Aniden bir darbeyle sarsılıp kendimi yerde bulunca ise hemen ayağa kalktım ve ilerlediğim yöne doğru son hızla koşmaya başladım.
Ben koştukça çevrede hareket eden daha fazla gölgenin yanından geçiyor, daha fazlasına çarpıp yere düşüyordum ama koşumu sürdürdüm ve en sonunda bu sisler kütlesinin içinden çıkıp rahat bir şekilde nefes alabildim. Karşımda ise bütün yıpranmışlığı, dökülmüşlüğü ve cansız bir görkemiyle Sarı Manastır yükseliyordu.
Manastır’dan içeri girince sayısız mumun süslediği resimler, köşeler, masalar gördüm. Bazı duvarlara asılmış sarı renkli farklı cübbeler vardı ama bunlar Keşiş’e ait gibi durmuyorlardı. Onları incelemeye çalışırken içeriden bir ses geldi.
“Yabancılara ait onlar.”
“Hangi yabancılar?” diye sordum.
“Bu dünyaya yabancı olanlar. Burada aradığın nedir?”
“Burada yaşayan rahip siz misiniz?”
“Burada yaşıyorum evet.”
“Bana yardımcı olabileceğinizi düşünmüştüm.”
“Yardımcı olabileceğim pek çok konu var. Sana hangi konuda yardımcı olabilirim?” bunu söylerken hala sesin sahibini göremiyordum. Mumun yarattığı loş ışık kümelerinin arasındaki engin karanlıkta geziyordu ama bu karanlığın içindeki dalgalanmaları seçebiliyordum.
“Peşimde bir şey var.”
“Ah.” dedi sesin sahibi. “Hepimizin peşinde bir şeyler var ama pek azımız bu şeylerden haberdarızdır. Tüm bu zavallı kocalamaca sırasında da biz hep başka şeylerin peşinden koşarız.”
“Kötü bir şey.”
“Öyle mi? Neye veya kime göre?” diye cevap verdi rahip ve hala onu göremiyordum. Ayrıca cevapları ile birlikte gittikçe rahatsız olduğumu fark ettim.
“Bana zarar vermeye çalışıyor olabilir.”
“Peşindeki bu şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?” diye sordu bana. Ses tonu soğuktu, herhangi bir insani duygudan, tondan veya vurgudan iz yoktu.
“Sezgilerim öyle söylüyor.”
“İnsan sezgilerine güvenmeli.”
“Evet, öyle yapıyorum.”
“Sezgilerin şu an sana ne söylüyor?”
Rahibin sorusu ile birlikte içimde biriken şüphe ve karıncalanma iyice güçlendi ve ağzımı açmama izin vermedi. Bu noktada yanlış bir cevap verirsem hemen oracıkta ölümden beter bir kaderi yaşayacağımı seziyordum.
“Sorularıma cevap bulmak için yanlış yere geldiğimi…”
“Ah ama bazı sorular vardır ki cevapları insan zihninin kavrayabileceğinin çok daha ötesindedir. Öyle cevaplardır ki bunlar insanların etmemesi gereken çabaların beraberinde getirdiği yanlış sorulardan doğarlar. Soruların cevaplarını bulmak için yanlış yere mi geldin? Yoksa hiç sormaman gereken çok yanlış soruları mı sormaya başladın?” bunu dedikten sonra eliyle mumlardan birine uzanıp parmaklarıyla ışıkları söndürmeye başladı. Bunu yaptığında fark etmiştim ancak, kararmış ve morarmış lekelerle süslenen iğrenç sarı renkli dokudan yapılmış eski, yıpranmış cübbesini ve o cübbenin kolundan çıkan uzun, çürümüş, kararmış eli ve parmakları. O parmaklar teker teker söndürdü manastırdaki mumları ve her defasında içerisi daha fazla karardı.
“Hâlâ aynı dünyanın bir parçası olduğunu mu sanıyorsun yoksa içindeki bazı düşünce zerreleri çoktan yabancı bir dünyaya girdiğini kavramaya başladı mı?”
İçerisi karardıkça nedense karşımda duran varlığın doğasını daha iyi görebildiğimi düşünmüştüm. İşte böyle bir düşüncenin beynimde tetiklediği ani bir güdü ile oradan koşarak çıktım.
Koştum, koştum ve koştum. Sislerin içinde koşa koşa kayboldum. İçinde kaybolduğum bu yabancı dünyadan koşa koşa çıktım.
Sarı Keşiş’in kendisini o olaydan sonra başka hiçbir zaman görmedim ama ne zaman bir hışırtı veya fısıltı duysam onun peşimden geldiğini düşünüyorum. Evimin kapısını her açışımda kapının üstünde veya önünde insana ait olmayan bir el veya ayak izi arıyorum. Çünkü bu evrende bizim dünyamızdan daha büyük ve korkunç başka dünyalar var. Bu dünyaların kendi tanrıları, şeytanları ve efendileri var. Bu efendilere hizmet eden başka varlıklar var. Bunların herhangi birisiyle karşılaşan insanlara ise umarım bizim dünyamızın efendileri merhamet ediyordur.
Umarım öyledir çünkü bu merhameti bana göstermediler.
Yorumlar
Yorum Gönder