26- Deniz Fenerinin Çağrısı Bölüm 1: Çağrı (Spooktober '21)



Altın renkli kumlar, körfezin kıvrımı boyunca uzanıyor, kara parçasının geri kalanı ile deniz suları arasında bir geçiş bölgesi sağlıyordu. Kumların ardında yükselen binaların çoğu şehrin yeni kısımlarına aitken küçük bir kısmı da olduğu gibi terk edilmişti. Terk edilen bu binalar derin bir içerleme ile körfezdeki insanlara ve yaşama bakıyorlar, içlerindeki öfke ve nefreti besliyorlardı. Körfezin suları çok güzel ve temizdi. Limandan hemen sonra gelen bir girintinin çevresindeki bölgeye çeşitli işletmeler dizilmişti. İnsanlar bu işletmelerde eğlenceli bir şekilde vakit geçiriyorlar ve günlerinin tadını çıkarıyorlardı. Girintinin merkezine ise taştan yapılmış bir heykel dikilmişti. Birkaç hayali deniz canlısının birbirleri ile yaptıkları bir dansı sergileyen bu heykel, dokularından anlaşıldığı kadarıyla oldukça eskiydi. Körfezin merkezinde ise bir deniz feneri duruyordu. Tepesinden çıkan ışıkları çevresinde onu görebilecek her şeye inatla yansıtıyordu. Işıklar her defasında dönüp gözlerime vurdukça görüşüm biraz daha aydınlanıp kararıyordu, en sonunda ise olduğu gibi gitmişti.

Gözlerimi ağır ağır açtım. Gözüme çarpmış olan ışık hala etkisini sürdürüyor gibiydi ama aslında gün ışığıydı bu. Olduğum yerde doğruldum, derin bir nefes aldım. Müthiş bir yorgunluk çökmüştü üzerime, uykumu hiç alamamıştım. Sırtımı, omuzlarımı, kollarımı gerdim, bacaklarımı yataktan dışarıya uzattım. Gözlerim hala yanıyordu, göz kapaklarım hala çok ağırdı. Saçlarımı ellerimle geriye attım ve zar zor ayağa kalkıp yüzümü yıkadım.

Yeni yaşamımın ilk gününe işte böyle bir huzursuzlukla başlamıştım. Kazandığım bu okul ile birlikte şehir de değiştirmiştim ve kendime dünyada yer bulacağım bu hayat için oldukça heyecanlanıyordum. Her şey güzel ve heyecanlı iken neden böyle bir rüya görmüştüm ve neden bu kadar yorulmuştum, bilmiyorum. Belki de her şey bu kadar güzel ve heyecanlı olduğu için biraz huzurlanmıştım. Tüm bu değişim çok büyüktü ve zihnimin bir köşesinde bir direnç gösteriyor olabilirdim. Burada yapabileceğim işleri, kendime kuracağım geleceği düşünerek eski günleri geride bırakmıştım. Belki de tüm bu kurduğum hayalleri gerçeğe dönüştüremeyecek olmam ihtimali beni çok korkutuyordu. Yine de gurur duyuyordum, kendimi kanıtlayıp Enstitü’yü kazanmıştım.

Enstitü hakkında çok fazla hikaye duymuştum ama kurumun kendisinin büyüklüğü, erimi, fırsatları ve bünyesinde barındırdığı tarih beni çok çekmişti. Eğer iyi bir şeyler yapmak istiyorsam kesinlikle buraya gelmeliyim diye düşünmüştüm. Daha sonra gördüğüm kampüs ise düşüncelerimi doğrulamıştı. Küçük bir kent büyüklüğündeki bu kampüsün kendi içinde bir ormanı, göleti, tepeleri vardı. Geniş alanın dört bir yanına farklı binalar, kurumlar, fakülteler yayılmıştı. Yani içeriye girdiğim zaman bu büyük şehirden çıkıp sadece benim gibi insanlara ayrılan bambaşka bir kente gelmişim gibi hissediyordum. Enstitü hakkında yayılan bunca kötü ünlü hikaye ise buradaki eğitim ve iş hayatıma katacağım farklı renkler olacaktı. Tabi bu renklerin ne kadar farklılaşabileceğini ben hiç bilmiyordum.

Derslerimi göreceğim kendi fakültemin binası kampüsün diğer yerlerindeki binalar kadar eski değildi ama ondan daha yeni bir sürü bina da vardı. Yirminci yüzyılın ortalarında, ülkelerinden kovulmuş bilim insanları, araştırmacılar, öğrenciler ve uzmanlar tarafından kurulan binalardan birisiydi. Yerli mimari ve bu yabancı etkenlerin bir araya gelmesiyle çok farklı ve ilginç bir yapıya sahip olmuştu. Merdivenlerin çıktığı katlar birbirlerinin aralarına dizilmişlerdi. Koridorların hiçbiri yan yana veya üst üste konumlanmamıştı. Birbirlerine paralel bir şekilde yine kat diziliminin yarattığı farklara göre bir yere konulmuşlardı. Bu yüzden sınıfları, çalışma odalarını ve kitaplıkları bulmak da oldukça zor oluyordu. Buraya yeni gelen benim gibi öğrencilerin içeride kaybolması kaçınılmazdı.

Bir türlü üzerimden atamadığım bir yorgunluk ile geldiğim derslerden birisine girmem de bu yüzden çok geç olmuştu. Neyse ki diğer öğrencilerle benzer durumları paylaştığımızdan ilk dersler için bize tolerans tanımışlardı. Kocaman sınıflara doluşan yüzü aşkın öğrenci alanında oldukça ünlü ve uzman kişilerden ders alıyordu. Bu öğrenciler arasında olmak beni ne kadar heyecanlandırmış olsa da bir rahatsızlığım vardı sanki. Üzerime inanılmaz bir ağırlık çökmüştü. Nedense bundan önceki tüm o heyecanım olduğu gibi gitmiş, yerini bir tükenmişliğe bırakmıştı. Gözlerimi ve bilincimi açık tutmak için müthiş bir çaba harcamam gerekiyordu. Tüm bunların üstüne bir de gündüz düşleri görmeye başlamıştım. Bilincim hala açıkken gözlerimin önünde olmadık nesneler ve manzaralar beliriyordu. Çok rahatsız edici olan bu duruma bir süre dikkat edince bu manzaranın dün geceki rüyamda gördüğüm o körfez manzarası olduğunu anladım.

Eninde sonunda o dersten çıkıp eve geri gitmek zorunda kaldım. Biraz daha dinlendim ve birkaç gün içinde az da olsa kendime gelebildim. Yine de o gün başlayan gündüz düşlerim sonraki günlerde de devam etti. Gündüz ışığında gözlerimin önüne bambaşka bir yerin çizgileri düşüyor, yakınında olmadığım bir şehrin sesleri kulağıma geliyordu. Bu durum derslerde de yaşamımın başka alanlarında da hem dikkatimi bozuyor hem de düşünce akışımı dağıtıyordu.

Birkaç hafta bu şekilde geçince en sonunda alanında uzman insanlardan yardım almaya karar verdim. Böyle durumların yaygın olduğunu ve bana yardım edebileceklerini söylediler. Dışarıda bu gibi rahatsızlıklara bazı çözümler üretildiğini belirttiler ve bana bazı ilaçları önerdiler. Bu uzmanlarla yaptığım görüşmeler ve aldığım ilaçlar birkaç hafta için bana iyi gelse de bu süreden sonra yine aynı sorunları yaşamaya başladım. Bu noktada aldığım ilaçlar bedenim ile beynimi uyuşturmaktan başka bir işe yaramamakla kalmıyor ve düşünce hızımı da iyice ağırlaştırıp bana engel oluyordu. Gördüğüm gündüz düşleri de kaçınılmaz bir şekilde hayatıma yeniden girince üstüme yük olmaktan başka bir işe yaramayan bu ilaçları da bıraktım.

Bilinmeyen bir zaman ve mekanın üzerime çöktüğü yankılarla birlikte hayatıma bir şekilde devam etmeye çalıştım. Yolda giderken kulağımı tıkayan yalancı sesler yüzünden bana doğru gelen araçları duyamıyor, önüme düşen sahte renkler yüzünden adım attığım yerleri göremiyordum. Karşımdaki insanlarla konuşurken bambaşka toprakların insanların seslerini duyduğum için hiçbir şey anlayamıyordum. Hayatıma başka hayatlar karışıyor, dünyam başka dünyalar ile çarpışıyordu. Körfez rüzgarları tenimi okşuyor, temiz sularının kokusu burnuma hücum ediyordu. Dönüp dönüp duran deniz fenerinin ışığı gözlerime vurdukça zihnim iyice sulanıyor, düşüncelerim körfez sularının dalgalarına kapılıp dağılıyordu. Hayatımı yaşayamıyordum ve günlerimi geçiremiyordum. Bu durum her geçen gün ile dayanılmaz bir hale geldi ve kendimi çaresizce bir çözüm aramaya çalışırken buldum.

Enstitü’de geçirdiğim vakit boyunca tanıştığım insanlara soru sormaya başladım. Gördüğüm körfezi, suları, terk edilmiş binaları ve deniz fenerini anlatıyordum. Genelde konu deniz fenerine gelene kadar herkes kafası karışmış bir şekilde sıradan cevaplar veriyordu ama deniz fenerine gelince yüzler birer birer ekşimiş, ağızlar konuşmayı kesmişti. Önemli bir noktaya değindiğimin farkına varınca ucundan yakaladığım bu konunun devamını getirmem gerektiğini anlamıştım. İnatla deniz feneri hakkında sorular sormaya devam ettim ama bu sorular insanları oldukça sinirlendirmeye başlamıştı. Bundan sonraki sorularımı daha yumuşak ve dolaylı olarak iletsem de araştırmamın geri kalanını insanların sözlerinde değil, kitap ve belgelerin sayfalarında devam ettirecektim.

Bu karar üzerine okulun kütüphanesine gittim ve geçmiş kayıtlara baktım. Okulun ilk binalarından birisi olan Kızılkoğuş’tan sonradan Kızılkoğuş’la birleştirilip Enstitü haline getirilen Karakol binasının geçmişine kadar çok derinlere iniyordu kayıtlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra kanalın doğusunda ordunun okula verdiği toprakların üzerine inşa edilmiş Vadi kampüsü, kampüste yaşanan kaybolmalar ve kötü bir üne sahip olan matematikçi Erdem Söz’den de bahsediliyordu. Tüm bunlara ek olarak Bakırada’daki bir kentte bir hastanenin içine entegre edilen küçük bir bölüm de söz konusuydu ama bu bölüme çok bir önem vermedim. Enstitü’nün farklı yerlere yayılmasının nedenleri olarak ise farklı yerlerde başlatılan farklı girişimler işaret ediliyordu.

Konu bu girişimlere gelince bir sürü bilgi bu sayfalardan çıkarılmış gibi görünüyordu. Bırakılan kırıntılardan da anladığım kadarıyla girişimlere çok geniş kaynaklar ayırılmıştı. Devlet tarafından da zaman zaman destek gören bu projelerin hiçbirinin sonucu açıklanmamıştı. İçerikleri, bu girişimlerde çalışan insanlar, detaylar… Hiçbiri hakkında bir bilgi yoktu. Tüm bu bilgi boşluğu, içinde olduğum durumla birlikte çok güçlü şüpheleri ortaya çıkarmıştı. Cevapları çok çirkin olacak soruları sorduğumu sezmiştim ama bana yardımcı olacaksa bu cevapları öğrenmeye razıydım. Bu girişimler arasından bir tanesinin de yine Bakırada’da olduğunu görünce biraz şaşırmıştım. Neden oraya da bu kadar kaynak ayrılmıştı ki? Önemsiz bir yerin önemsiz bir hastanesinde neden böyle bir proje yürütülüyordu?

Kütüphanede geçirdiğim uzun süre sonunda güneş kendini ufuk çizgisinin ardına bırakmış ve gece bütün görkemiyle bu topraklara hakim olmuştu. Gecenin karanlığında kütüphanenin renkleri, enstitünün sokakları ve kampüsün havası da değişmişti. Yaşam dolu taze yeşillik, yerini cansız koyu tonlara bırakmıştı. Karanlığı rahatsız eden ışıklar gizli niyetleri ile öylece bekliyorlardı. Fakültenin koridorları ise sonu gelmez dipsiz kuyulara benzemişti. Her bir kuyunun sonuna başka bir kuyu başlıyordu, birbiri ardına dizilen bu engin çukurlar fakültenin mimari yapısı yüzünden birbirine dolanmış halatları andırıyordu. Bir idam mahkumunun boynuna dolanan bir ipin nihai düğümüydü, bu ölüme mahkum edilen kişi ise bendim.

İçimde biriken şüphelerle kampüsün karanlığında hareket ederken gecenin siyahlığını rahatsız eden bir ışık daha gördüm ama bu ışık hareket ediyordu. Önce bir araç olabilir diye düşünmüştüm ama ışığın hareketi araçlarınki kadar düzgün değildi. Elinde bir fenerle çevrede dolaşan birileri olmalıydı ama sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda neden birileri böyle bir fenerle dolaşıyordu ki? Ağaçlık alanın içinden mi geçiyorlardı? İyi aydınlatılmış yol ve patikalardan yürümek yerine neden ağaçların arasındaki karanlıktan geçmek istemişlerdi? Biraz daha dikkat edince bu ışığın kaynağının el düzeyinde değil, insan başının düzeyinde olduğunu gördüm. Birileri elinde bir fenerle dolanmıyordu, ışığı başlarında tutuyor olmalıydılar. Ona yaklaşacak olduysam da içimdeki bir fren beni durdurdu ve sadece gözlerimle takip edebildim ışığın kaynağını.

Vadinin karanlığından kendimi kurtarıp eve varana kadar kafamdaki şüphe tohumları iyice büyüdü ve barındırdığı zehirlerini zihnimin ve vücudumun her yerine yaydı. Girişimlere aktarılan para, insanların deniz feneri konusundaki sinir bozucu ciddiyeti, yaşamımı zehir eden halüsinasyonlar ve vadinin karanlığında gezen o tuhaf yabancı aklımda yıllar boyunca inşa edilmiş rasyonel yapıyı çatlaklarla doldurmuştu. Dayanılmaz bir kaşıntı, kafamın içindeki düşlerin ve imgelerin arasına yayılarak bana işkence ediyordu. Fenerin ışığı her defasında gözlerime vurduğunda iç dünyamda başlayan kargaşa muazzam bir felakete doğru kayıyordu. Delilik bende can bulmuştu ve ölçülemeyecek bir zavallılıkla ona kendimi teslim ediyordum.

En sonunda dışarıya çıkmayı da olduğu gibi bıraktım. Danışmanlarımın bana önerdiği ilaçları yeniden içmeye başladım ve kendimi eğlence sanayisinin önüme attığı ürünleri tüketerek uyuşturdum. Okula gitmiyor, derslere katılmıyordum. Verilen ödevleri yapmakla, sınavlarıma girmekle hiç uğraşmıyordum. Kısa süreli bir çözüm olacaktı bu ama kesinlikle gerekliydi. Mutfak, salon ve yatak odamın arasında geçen günleri takip etmekte oldukça zorlanıyordum ama haftanın hangi gününde olduğumu öğrenmemin bir gereği de yoktu. Kendime gelince ve üstümdeki tüm yüklerden kurtulunca dış dünyaya geri dönecektim. O zamana kadar da iç dünyamda yaşanan sorunları çözmeliydim. Bu sorunların üzerine birer birer gidecek, her defasında sadece tek bir kavram üzerine yoğunlaşacaktım.

Çok uzun bir süreden sonra baştan dışarıya çıkabildim ve okuluma gidebildim. Hala ilaçlarımı alıyordum ve hala bu ilaçlar günlük yaşamımı zorlaştırıyordu ama gerçek olmayan görülerden çok uzakta sürüyordum. Bir şekilde derslerime gidebiliyor, insanlarla konuşabiliyor ve hayatın tadını az da olsa çıkarabiliyordum. Kampüsün yeşilliği içimi taze ve yeni bir canlılıkla dolduruyor, her zaman hayalini gördüğüm gelecek için bana daha fazla umut veriyordu. Bu okula başlarken bazı sağlık sorunları yaşamış olabilirdim fakat artık düşündüğüm işleri yapma ve bu dünyada ilerleme vakti gelmişti. Fazlasıyla duraklamıştım, öngöremediğim engellere takılmıştım. Şimdi ise yeniden kazandığım bu güç ile bütün her şeyi telafi edecektim. Çok yanılmıştım.

Sıradan yaşamıma devam etmemden birkaç hafta sonra, girdiğim derslerin birinde bir ışık gözüme takıldı. Elimle ışığın geldiği açıyı engellemeye çalışsam da bunu yapamayınca tanıdık ve berbat bir korku yükseldi içimde. Işık kaybolunca çok rahatlamıştım ama anlar sonra yeniden yüzüme vurdu. Deniz fenerinin ışığı yine dönüp dönüp yüzüme vuruyordu, her dönüşünde içimdeki umut kırıntıları çürüyor ve yaşama gücümü elimden alıyordu. İki elimle birden yüzüme düşen ışıkları engellemeye çalıştım ama asla başaramadım. Bir yandan da kulaklarıma dalgaların sesi geliyor, tenime körfezin rüzgarı vuruyor, burnuma denizin kokusu doluyordu. Birden başım dönmeye başladı, ayağa kalkmaya çalıştım ama beceremedim. Elimle masaya tutunarak yere düşmemeye çalışsam da onu da yapamadım ve karanlığın içinde kayboldum.

Kendime gelip gözlerimi açtığımda yine o deniz fenerini görüyordum ama bu sefer gerçek olmayan bir görü değildi. Bu sefer körfezdeydim, merkezinde o melez deniz canlıları heykelinin bulunduğu girintinin oradaydım. Onu çevreleyen taş yolun üzerinde duruyordum. Girintinin içine çıktığı körfezden eser rüzgar gerçekten de tenime değiyordu, suların kokusu burnuma doluyordu ama kokunun içine gizlenmiş kötü bir detay var gibiydi. Ne olduğunu anlayamadığım bu detaydan, o güne dek hiç korkmadığım kadar korktum. Körfezin güney kısmında duran terk edilmiş binalar benim huzurumu iyice kaçırdı. Körfezin merkezinde duran büyük deniz fenerini görünce ise çok yanlış bir şeylerin olduğunu sezmiştim. Bundan sonra yaşanacak pek az şey doğru olacaktı.

Gözlerimi bir kez daha açınca kendimi kampüsün içindeki sağlık ocağında buldum. Başucumda bir iki arkadaşım duruyordu, odanın diğer tarafında ise bir hemşire bekliyordu. Bir sağlık sorunum var mı diye sorduklarında kullandığım ilaçlardan bahsettim, hemşire ise bu duruma çok şaşırdı. Anlaşıldığı üzere bu ilaçlar ancak en sorunlu bireylere önerilen türdendiler. Çok güçlü ilaçlardı ve insanlar üzerinde çok uçta etkiler bırakabiliyorlardı. Gittiğim uzman danışmanların önerilerine itiraz eden hemşire bu ilaçları hemen bırakmam ve başka danışmanlar bulmam konusunda ısrar etti. Ben de hemşireye ve yanımda bekleyen arkadaşlarıma teşekkür ettikten sonra evime geri döndüm.

Eve vardığımda kapımın altından atılmış bir kağıt parçası gördüm. Kağıdın üzerinde ise doğrudan benim ismim yazıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)