13- Körfez Canavarı 1. Bölüm: Kirlilik (Spooktober '21)
Uzakta geçirdiğim bunca yıldan sonra memleketime dönüyordum. Mirnapol’deki hayat her ne kadar hareketli olsa da ben bu yaşam tarzına yeterince doymuştum ve daha sakin günler geçirmek istiyordum. Bunu yapmak için de Yurt’un dışına çıkmayı, doğup büyüdüğüm yer olan Bakırada’ya geri dönmeyi tercih etmiştim. Orada yaşadığım süre boyunca bana hiçbir şey katmamış olsa da doğup büyüdüğüm şehir olan Kumağzı, bana ihtiyaç duyduğum unsurları sağlayacak kadar büyük ama istediğim huzuru verecek kadar da dingindi. Bir süre üzerimde hiçbir sorumluluk hissetmemek, sadece keyifli bir şekilde vakit geçirmek istiyordum. Böylelikle güzelce dinlenecek ve ileride beni her ne bekliyorsa tazelenmiş bir zihin ile yoluma devam edebilecektim. En azından böyle dingin bir dönem geçireceğimi sanmıştım.
Eve döndüğümde ailem beni çok iyi karşıladı. Onlar da benim eve dönüşümü sabırsızlıkla bekliyorlardı, yıllardır buraya gelmemiştim. Evimin tıpkı buradan en son ayrıldığım haliyle kalması beni çok mutlu etmişti. Bu şekilde geçmiş ile olan bağlarımı koruyabiliyor, çocukluğuma, gençliğime geri dönebiliyordum. Yol yorgunluğunu üzerimden atmam çok kolay olmadı, ancak ertesi günün sabahında gözlerimi açınca kendime gelmiştim. Güzel bir kahvaltıdan ve ardından aile üyelerimle beraber içtiğimiz kahveden sonra iyice tazelendim. Yıllardır yabancı bir şehirde, kendi yuvama dönüştürmeye çalıştığım başka bir yerde yaşayınca insanın kendi öz evinde vakit geçirmesi bambaşka bir duyguydu. Tabi eski evime geri dönmem, eski söylentileri de beraberinde getiriyordu.
Kumağzı çok ilginç bir yerdi. Doğudan göçlerine başlayan kadim soylar, batıdaki uygarlıklarının temellerini atmadan önce son kez burada bir yerleşim kurmuşlardı. Hem batıdakiler kadar ayrık kalmayarak doğudan getirdiği kültürel değerleri korumuştu bu soylar, hem de batıya yeterince yakın oldukları için bin yıllar boyunca yaşanan değişimleri de takip edebilmişlerdi. Komşu toplumların bilgi birikimleri ve yaşam tarzları da bu karmaşanın içine girince, ortaya çok farklı bir yer çıkmıştı. Tarih boyunca birbiri ardına kurulan imparatorluklar da her defasında bir şekilde burası ile temas kurmuş ve izlerini bırakmışlardı. Her bir toplumun ve kültürün üst üste binmesi ile gelişen Kumağzı, Krallar Denizi’nin batısındaki diğer şehirlerden çok farklı bir hal almıştı.
Halihazırda bazı hayalet hikayelerinin var olduğu Kumağzı’nın sahip olduğu hikayeler bunlarla sınırlı değildi. Günümüzde eski hastanenin üzerine kurulan Enstitü’nün denizcilik kampüsü hakkında söylenen çok çirkin sözler vardı. Bakırada’nın sahip olduğu siyasi ayrım sayesinde Enstitü’nün Yurt’ta yasaklanan bazı çalışmalarını burada sürdürdüğü iddia ediliyordu. Ayrıca Kumağzı’nın hemen yanında yükselen gölgeli şehir Derinköy, içine giren insanların bir daha dönemediği bir kapana dönüşmüştü. Bu yüzden adanın en eğitimli ve ciddi askeri birlikleri sürekli orada nöbet tutardı. Söylentilerin işaret ettiği nokta ne olursa olsun, Kumağzı’nın her daim barındırdığı hikayeler olurdu, aklı yerinde hiçbir insanın hoşuna gitmeyecek hikayelerdi bunlar.
“Nereden geldiğini bilmiyoruz ama Körfez’in içine düştüğünü gördük hepimiz.” dedi bir arkadaşım. Evden sonunda çıkıp dışarıda arkadaşlarımla buluşmuştum. Eski okulumuzun yanında, Derinköy’ün hemen altında, Körfez’in dibine kurulmuş işletmelerin birinde oturuyorduk.
“Yine bir hikaye…” diye cevap verdim ona. Bir yandan da gözlerim sonu görünmeyen kıyı şeridini izliyordu. Körfezin üzerine kara bir gecede yükselen hilal gibi dizilen binalardan oluşuyordu. Körfez’in kendisini dolduran karanlık suları ise, hemen su yüzeyinin üstünde yükselen kızıl bir dolunayın ışığı yarıyordu. Ayın çarpık görüntüsü, huzursuzca dalgalanan denizin üzerinden bize ulaşmaya çalışsa da kumların üzerinde erimi bitiyordu.
“Hayır.” dedi arkadaşım. “Hepimiz gördük. Hikaye değil, kendi gözlerimden kuşku duyacak değilim.”
“Gökten düşen bir şey olsa değeri olur, bunun için para verirler. İnsanlar arar, satar. Belki de Enstitü’de incelemeye alırlar, kim bilir?”
“Aradılar zaten ama hiçbir şey bulamadılar. Tabi bizimkilerin çabalarına ve donanımlarına ne kadar güvenirsen…”
“Evet…” diye cevap verdim ve bir süre körfezi izledikten sonra ayağa kalktım.
“Gidiyor musun?”
“Hayır, sadece suyun yanına gitmek istiyorum”
Benim bu sözlerimle birlikte o da ayağa kalktı ve kıyıya doğru ilerledik.”
“Bu da ne?” diye sordum elimle suyu işaret ederek.
“Bilmiyorum, daha önce böyle bir şey yoktu.”
Su kütlesine yayılan koyu, ağır bir sıvı vardı. Dokunaçları ile ilerlemeye çalışan bir yumuşakçaya benziyordu ama canlı bir şey olmadığı belliydi.
“Boşver, gel gidelim. Denize dökülmüş bir şeyler varsa sağlıklı olmaz.”
Arkadaşımla vakit geçirdikten sonra yine evime döndüm ve kendimi yatağa attığım gibi vücudum hissizleşti, gözlerim kapandı ve bilincim uyku ile düşler diyarında kayboldu.
Bilincimin geri geldiğini hissettiğimde ağzımı açıp nefes almaya çalıştım ama içime birden çok yoğun bir sıvı doldu. Gözlerimi açıp neler olduğunu görmeye çalıştığımda boğuk, yeşil, siyah puslu bir görüşten başka bir şey elde edemedim. Hiçbir şey duyamıyordum, hareket etmem çok zordu ve göğsüme baskı yapan müthiş bir kuvvet hissettim. İçinde bulunduğum yoğun sıvının içinde yüzmeye çalışsam da gittikçe daha derinlere batıyordum. Delicesine boğuşurken görüşüm biraz daha netleşti ve sıvının çok daha üzerinden bana bakan iki tane dev gibi insan gördüm. Görüntü daha da netleşince ancak anladım kim olduklarını. O gece kıyıda suyu izleyen arkadaşım ve bendik.
Öksürükler ile uyandım ve yatağın üzerinde bir süre kaldım. Zihnimin bana oynadığı oyunlar nedeniyle gözlerim hala puslu gibiydi, bu yüzden onları birkaç kere yeniden kapayıp açtım, ovuşturdum. Kulaklarımda bir uğultu vardı ve inanılmaz yorgun hissediyordum. Ellerim ile kollarımı tuttuğumda tüm vücudu kaplayan bir sıvıyı fark edip iyice telaş yaptım ama sadece terlemiştim. Derin bir nefes almaya çalıştım ama ciğerlerim hala zorlanıyordu. En sonunda ayağa kalkıp odadan dışarıya çıktım.
Ailem hemen benim durumumu fark edip neler olduğunu sormuştu ama rüyamı neredeyse hiç anlatamıyordum. Ben anlatmaya çalıştıkça rüyanın kendisi de yavaş yavaş siliniyor ve gelmiş olduğu puslu, koyu denizin derinliklerine geri dönüyordu. Başka arkadaşlarından da benzer rüyaları duyduklarını söyleyince biraz endişelendim ama hemen ardından bir duş alıp kendime gelmek istedim. Yine de duştan çıkan suda bir sorun var gibiydi. Yeterince gelmiyordu ve gelen su da kötü kokuyordu. Gidip su deposuna bakınca depodaki suyun da benzer bir şekilde az ve kirli olduğunu gördüm. Ailemin söylediklerine göre o güne kadar böyle bir sorun yaşamamışlardı. Buraya kendime dinlenmek üzere biraz vakit ayırmak için gelmiştim ama anlaşılan bu da benden esirgenmişti.
Bütün bunlar yaşanırken çeşmelerden gelen sudakinden daha da beter bir koku sızmaya başladı evin içine. Öyle berbat bir kokuydu ki anında öğürmüştüm, kendimi tutamıyordum. Nereden geldiğini anlamayınca bütün pencereleri kapattık ama kokuyu duydukça başım dönüyor, dengemi kaybediyordum. Ailemin geri kalan üyeleri benim kadar etkilenmiyordu ama onlar da iyice rahatsız olmuşlardı. Dayanılmayacak bir noktada dışarıya çıkıp kokunun kaynağını öğrenmek istedik ama görünüşe göre diğer insanlar da bunu öğrenmek istiyordu. Yine de herkes dışarıda birbirine bir şeyler soruyordu. Çok fazla soru vardı ama hiç cevap yoktu.
Bayılacak gibi olduğum zaman içeriye girdik ve yine kendimizi eve kapattık. Koku o kadar güçlü ve iğrençti ki insanların dirençleri bir süre sonra kırılmıştı. Komşularımızın kendilerini deliliğe teslim ettiklerini duyabiliyorduk. Oldukları yerde isyan eden gençler, ağlamayı bir türlü kesmeyen çocuklar ve sızlanıp duran olgun insanların sesleri sürekli kulağımıza geliyordu. İlk günkü tepkimiz zamanla azalıp sıradanlaşacak gibi oldu ama kokunun yarattığı etkiler giderek şiddetleniyordu. Durum böyle olunca hassas durumdaki yaşlılar, çocuklar ve hasta insanlar daha iç kesimlerdeki küçük yerleşimlere götürüldüler. Bizler ise böyle bir çirkin ve kaçınılmaz durumun içinde günler boyunca durmak zorunda kaldık.
Kokunun şehrin üzerine çöktüğü günler boyunca ağzımızda maskelerimiz ile dolaştık, her yere hava filtreleri taktık ve bu kokuyu bastırabilecek tüm kimyasal yolları denedik. Evin içinde gelen az miktardaki suyu temizleyerek kullanmamız gerekiyordu yoksa yaratabileceği sağlık sorunlarının sınırı yoktu. Kokunun içinden yayıldığı hava da büyük bir kirliliğe sebep oluyordu. Her gün camları siliyorduk yoksa bir süre sonra camın üzerinde mor ile sarı lekeler oluşmaya başlıyordu. Havadaki bu kirliliğin ortaya çıkması ile dışarıdaki hava ile temas etmekten de kaçındık. Bu yüzden hava filtrelerimizi sık sık değiştiriyor, mümkün olduğunca bu kokudan uzak durmaya çalışıyorduk. İçinde kaldığımız bu zavallı durumda günler boyunca kendimizce çözümler üretiyor ve bir şekilde her şeyin geçmesini bekliyorduk.
Devletin hemen çözemediği ve yakın zamanda da altından kalkamayacağını anladığımız bu sorunlar, toplumda bir huzursuzluğa yol açtı. İnsanlar gerekli önlemlerini alıp sokaklara çıkmaya, devlet dairelerinin önünde eylemler yapmaya başladılar. Bazıları Enstitü’yü suçluyordu. Kampüste yürüttükleri araştırmalarda ortaya çıkan kimyasalları denize döktüklerini söylüyorlardı. Eylemcilerin bir kısmı ise doğrudan orduyu hedef gösteriyordu. Limanın bir kısmını ve Derinköy’ü sadece kendi erişimlerine sakladıkları için tepki gösteriyorlar, bu bölgelerde gizli saklı işler çevirdiklerini iddia gösteriyorlardı. Daha batıl inançlı insanlar ise Derinköy’de dolaşan başka varlıklardan bahsediyorlar ve o varlıkların denize de yayılmaya başladıklarından bahsediyorlardı. Medyaya konuşan bir ihtiyar, böyle varlıklar Derinköy’de dolaşıyor olsa bile bu gibi durumların içinde yer almayacaklarını söylüyordu ama kimse onun söylediklerini ciddiye almadı tabi.
Eylemlerdeki tepkinin şiddetini azaltmak için olacak ki ada yönetimi birkaç gün içinde hızlıca bir açıklama yaptı. Açıklamaya göre ne Enstitü, ne de ordunun payı vardı bu olayda. Adadaki bu konuda uzman kişileri bir araya topladıklarını ve olası çözüm yolları aramaya başladıklarını söylediler. Böyle ciddi bir durum karşısında hiçbir şekilde kaynak harcamaktan çekinmeyeceklerini ve toplumun endişelenmemesi gerektiğini de belirttiler. Kısacası devlet bu konuda hiçbir şey bilmiyordu ve onlar da telaş içinde hareket edip sağa sola koşturuyorlardı. Körfezimizi doldurmakta ve şehrimizi berbat etmekte olan büyük bir sorun ile karşı karşıyaydık ve bu konuda tamamen yalnızdık.
En kötüsü ise daha yeni başlamıştı. Açıklamalardan bir iki gün sonra insanlar hastalanmaya ve kötüleşmeye başladılar. Hastalanabilecek tüm kesimleri şehrin dışına çıkarıp geride daha sağlıklı bireyler bırakmamıza rağmen kokunun ve kirliliğin yarattığı tehdit kendisini göstermişti. Hastalanan kişilerin önce ten rengi iyice oluyor, sonra morarmaya, sararmaya başlıyordu. Yüz yıl önce görülen Sarı Salgın’ı andıran bu berbat hastalığa da hiçbir çözüm bulunamadı ve hastalık şehrin her yerine hızlıca yayıldı. Ölümcül bir etki göstermese de insanları zayıf düşürüyor ve evlerine hapsediyordu. Şehir yavaş yavaş ölüyordu ve bu konuda çaresizce öylece durmaktan başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
Hastalık ile birlikte insanlar çok sıkı ve sert önlemler almaya başladılar. Günlerce kimse dışarıya çıkmadı, insanlar birbirleriyle temas kurmadılar, işletmeler hiç çalışmadı. Dünyanın durduğu bu süre boyunca sorunlara da müdahale edilemedi çünkü devlet kademeleri de felç olmuş durumdaydı. İnternetteki haberlerde gördüğümüz kadarıyla da hava kirliliği ve koku yavaş yavaş adanın diğer kesimlerine de yayılıyordu. Kumağzı’ndan yükselen kirliliğe yenik düşüyordu bütün ada. Tüm bunlar olurken de dünya gündeminde adaya bir karantina uygulanıp uygulanmaması konusunda tartışmaların döndüğünü duymuştuk. O ana kadar içimizde herhangi bir umut beslemişsek bile artık böyle bir gelecek kalmamıştı bizler için. Körfez’den doğan bu bitmek bilmez berbat belaya tamamiyle teslim olmuştuk.
Günler böylece geçip giderken buraya ilk geldiğim gün buluştuğumuz arkadaşım aradı beni. Hemen evden çıkmamı ve Körfez’de olan biteni görmemi istedi. Evden çıkmamın tehlikeli olacağını, bu yüzden olayları internetten takip etmek istediğimi söyleyince de deliye döndü ve bağıra çağıra, aklın mantığın kabul etmediği bir ısrarla birkaç dakika boyunca oraya gelmem gerektiğini, tüm olanları kendi gözlerimle görmem gerektiğini söyledi. Ben de aileme hızlıca ama saçma bir açıklama yaparak hazırlandım ve dışarıya çıktım. Dışarıda başka insanlar da sokağa çıkmışlardı ve onlar da benim gibi Körfez’e doğru ilerliyorlardı. Hepsinin ağzında ayrı bir söylenti vardı ama hepsi de Körfez sularında ortaya çıkan şeylerden bahsediyordu. Bu kadar heyecan ve telaşı sadece koku tek başına yaratamazdı.
Körfez’e doğru yaklaştıkça kokusun kendisi de tüm önlemlerimize rağmen solunum organlarımıza hücum etmeye başladı. O kadar berbat bir kokuydu ki gözlerime yaşarmış, kaslarım isteksizlikten titremeye başlamıştı. Yine de o körfeze yaklaştıkça içimde bir türlü dinmeyecek bir merak duygusu da yükseliyordu çünkü hayatımın o noktasına kadar hiçbir yerde karşılaşmadığım kadar farklı ve korkunç bir şeye yaklaştığımı hissedebiliyordum. Keşke zihnimin köşesinde yer alan bazı korkulara teslim olma isteğim, duyduğum meraktan daha güçlü olsaymış da o gün o körfeze gitmeseymişim. Yine de insan merak ile korku arasında oynadığı bu büyük kumar yüzünden bu günlere gelebilmiş, bu uygarlığı kurmuştur. Her ne kadar hiç bilmediğimiz kadar tehlikeli bir kumarı oynuyor olsak da.
Körfeze gelip arkadaşımın yanına varınca onun gözlerinin kilitlendiği noktaya baktım. Suyun yüzeyi geçen gün gördüğümüz gibiydi, çok farklı bir şeyler yoktu. bunu arkadaşıma söyleyince suya daha dikkatli bakmam gerektiği konusunda ısrar etti ve bakışlarımı zorla suya çevirdi. Bir süre boyunca koyu bir kirliliğin yükseldiği ve o dayanılmaz kokunun kesinlikle içinden doğduğu sıvı kütlesini incelediğimde bu sıvının içinde yüzen diğer şeyleri de fark ettim. Kime ait olduğu belli olmayan dokular, iyice erimiş ve sıvılaşmış organlar, birbirinden farklı kıvamda süzülen, hareket eden ve çarpışan kütleler ve bunların arasında görülebilen insanlara ait eşyalar, takılar, giysiler…
Derin derin nefes alıp verdim ve yaşadığımız bu şok duygusunu sindirmeye, anlamaya, benimsemeye çalıştım ama yine de yetmedim. Birkaç adım geriledim fakat gözlerimi hâlâ suyun içinden çekemiyordum. Sanki başka bir yere bakarsam kendimi çok büyük tehlikelere karşı savunmasız bırakacaktım. Tüm bunlara rüya gördüğüm zamanlardan beri kulağıma musallat olan uğultunun iyice şiddetlendiğini fark edince kafamı oradan çektim. Uğultu kesinlikle körfezin üstünde bir yerden geliyordu. Gözlerimle kıyı şeridini taradım, binalara baktım, insanlara baktım, tekinsiz Derinköy’e baktı. En sonunda yine suya baktım ama uğultu biraz daha uzaktan geliyordu. Gözlerim suyun üzerinde hareket ettikçe bulunduğum noktadan uzaklaştı ve gök ile denizin birleştiği çizgiye vardı.
Ağır ve kirli bir sisin sakladığı o çizginin ortasında hareket eden bir gölge vardı. Biçimsiz uzuvlarını ancak seçebiliyordum, boyutlarının düş gücümün çok ötesinde olduğunu biliyordum, çıkardığı sesleri de kulağımda bir uğultu olarak duyabiliyordum. Körfezin ucunda, oradaki çizgide, koyu ve kirli sisin arkasında hareket ediyordu, biçimsiz bir canavar.
Yorumlar
Yorum Gönder