5- Savaş Sisi (Spooktober '21)



Büyük Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyor ve uygarlığı yıllarca geriye atıyordu. Küresel ekonomi çöküyor, savaşın verdiği hırsla toplumlar birbirine giriyordu. Yangınlara, sellere, depremlere müdahale edilemediği gibi tüm bu çaresizliğin ortasında, savaş alanlarında biriken cesetlerin arasında da korkunç bir salgın ortaya çıkmıştı ve kadim zamanların kara vebaları gibi durdurulamaz bir hızla yayılıyordu. Savaşın büyük güçleri ise bu salgını olduğu gibi görmezden geliyor ve çok da büyük bir olay olmadığını iddia ederek hastalığın köklerinin daha küçük ülkelere dayandığını söylüyorlardı. İşte bu çaresizliğin yarattığı delilik ile Koalisyon güçleri savaşa son vermesi düşünülen bir cephe açmıştı.

Kanal cephesi denilen bu cephe, Yurt denilen coğrafyanın kuzeybatısında, Güney Körfezi denen bir yere açılmıştı. Güneyden başlayıp İmparatorluğun Başkent’ine kadar devam eden ve Kuzey Körfezi’ne açılan Kadim Kanal’ın ele geçirilmesi hedefleniyordu. Bu şekilde hem İmparatorluk devreden çıkarılıp toprakları Koalisyon güçleri tarafından paylaştırılacak, hem de Koalisyon’un başka parçalarına da daha hızlı bir şekilde yardım ulaştırılacaktı. Düşman cephesinin yarılması için ise hem karadan hem de denizden bir saldırının başlatılması gerekiyordu. Donanmanın kanalın içinden geçebilmesi için karada duran savunma mevzilerinin yıkılması, düşman güçlerinin dağıtılması lazımdı, bu görevi de körfeze çıkarılacak harekat birlikleri üstlenecekti.

Ben de bu birliklerin birisinde konumlanmıştım. Ne var ki önümüze konulan planlar hemen bozulmuştu. Körfezin hemen içerisindeki bir tepede düşman birlikleri çok güçlü bir direniş sergiliyorlardı ve verdiğimiz kayıpların haddi hesabı yoktu. En sonunda olduğumuz yerde durmamız ve sonraki emre kadar konumumuzu savunmamız emredilmişti. Düşman topraklarında yaşadığımız böyle bir zorluk bizi tedirgin ediyordu, üst makamların bize anlattığı kadarıyla hemen başlayıp bitecek bir harekat olmalıydı bu. Tüm bu endişelerimize rağmen bir gün düşman üzerinde bulunduğu tepeden çekildi. İleriye yolladığımız öncüler bu durumu doğrulayınca büyük bir telaşla aramalar yapıldı, çabucak yeni planlar hazırlandı ve kararlar verildi. Hemen bulunduğumuz konumdan çıkıp o tepeyi almak üzere harekete geçecektik.

Tepenin kendisi ise oldukça yüksek ama bir o kadar da sade bir yerdi. Bulunduğu noktadan hep körfezi, hem kanalı hem de kanalın batısında kalan iç kısımları görebiliyordu. Düşman birliklerinin böyle bir konumu öylece terk etmesinin düpedüz delilik veya aptallık olduğunu düşünüyorduk. Bunun bir tuzak olabileceği konusunda uyarılmış olsak da gökyüzünden ve başka birliklerden de uzaktan destek alacaktık. Tuzağa düştüğümüz anda heme yardımımıza koşacak güçler hazırda bekliyor olacaktı. Düşmanın böyle bir duruma tepki vermesi olacak iş değildi. Tabi karşımızda duran ordu konusunda daha önce de çeşitli varsayımlarda bulunmuştuk ve bu dikkatsiz düşüncelerin cezasını geride bıraktığımız sayısız genç can ile çekmiştik.

Bulunduğum birlikteki askerler ise bu durumdan hem çok tedirginlerdi hem de biraz rahatlamışlardı. Tedirginlerdi çünkü bu tepenin boşaltılmasının ya çok sinsice hazırlanmış ya da hiç düşünülmeden düpedüz ortada bırakılmış bir tuzak olduğunu düşünüyorlardı. Rahatlamışlardı çünkü hem çok kazançlı bir tepeyi ele geçirmiş olacaktık, hem de bu bitmek bilmez savaşta biraz olsun bir ilerleme kat etmiş olacaktık. Bu kanal cephesinin kazanılması demek savaşın ömrünün yıllarca azaltılması demekti. Dünyanın bambaşka bir noktasından, adını daha önce hiç duymadığımız bir halkla daha önce hiç bulunmadığımız bir coğrafyada savaşmak hiç de içinde bulunmak istediğimiz bir durum değildi. Bu kapanın içinden ne kadar erken çıkarsak kendi kendimize verdiğimiz zararlardan da o kadar erken kurtulacaktık.

Hücum anı geldiğinde ise kafamızdaki bu çatışmalı düşünceler ile birlikte ileriye doğru atıldık. Silah ve top mermilerinin değmediği noktalarda sadece taş ve ot kalmıştı. Tepeye doğru çıkan bayırın tek bir yapısı bile aynı kalmamıştı. Bu savaş bitince tüm bu coğrafyanın biçimi değişmiş olacaktı. Parçalanmış bir yüzü andıran yüzeylerden ilerlerken yerlere ağaç ve çalı dallarıyla dikilmiş bazı kumaş ve kağıt parçalarını gördük. Bu tuhaf şeyler daha önce burada olsa dürbünlerimizden görebiliyor olacaktık ama yeni yerleştirilmişlerdi. Nesnelerin çoğunun dili yabancıydı ama bir kısmı bizim dilimizde yazılmıştı. Yazılar bir sürü dua ve uyarıyı barındırıyordu. Kafamızı karıştırmak veya bizi geride tutmak için yapılan aptalca bir teşebbüs olduğunu düşünüp güldük ve tepeye doğru olan hücumumuza devam ettik. Yine de bir tanesini yanıma aldım, anı olsun diye memleketime götürecektim.

Tepenin zirvesine cephenin o gününe dek görmediğimiz kadar yoğun bir sis hakimdi. Bu o kadar yoğun bir sisti ki komutanımız hücumu yavaşlattı ve yanındaki iletişim subayına sis ile ilgili bir şey bilip bilmediklerini sordu. Bunun düşman tarafından oynanan bir oyun olduğundan şüphelenmişti ama iletişim subayı her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Düşman güçleri tepenin çok daha gerisine çekilmişti ve bize karşı oluşturdukları bir tehdit yoktu. Böylece harekatımıza devam ettik ve tepedeki sisin içine doğru ilerledik.

Tepenin zirvesini geçtikten sonra bunun aslında bir tepe değil, bir platonun burnu olduğunu gördük. Oldukça tuhaf bir durumdu bu çünkü öncü kuvvetler ile havadaki keşif uçaklarının bize verdikleri rapor böyle demiyordu. Komutan bu duruma çok aldırmadı, savaşta böyle şeylerin yaşanması normaldi. Birliğe plato burnunun çevresine iyice yayılmasını ve destek güçlerinin gelişine kadar konumlarını tutmalarını söyledi. Uzakta olsalar da düşman güçleri her an saldırıya geçebilirlerdi, bu durumda savunmak için iyi bir konumda olmalıydık. Tabi eğer sis bizim düşmanı görmemize izin verseydi çünkü birkaç metreden ötesini göremiyorduk. Hatta o kadar yoğundu ki nem üstümüze üstümüze geliyordu, birbirimizin sesini duymakta zorlanıyorduk.

Silahlar elimizdeydi, kendimize güvenli kayalar, çukurlar bulmuştuk ve bulamayanlar da hemen siper kazmaya başlamışlardı. Ne var ki ne düşman üzerimize geldi, ne de destek güçlerin sesini duyduk. Yoğun mu yoğun sisin içinde, nem giysilerimize ve ciğerlerimize işlerken öylece bekledik. Ben bir saattir beklediğimizi düşünürken bir silah arkadaşım birden saatlerdir beklediğimizi haykırdı. Başka bir tanesi ise daha yeni geldiğimizi ve sabırlı olmamız gerektiğini söyledi. Sanırım böyle durumlar da savaş ortamında çok yaygındı. Gerilim, korku ve coşku yüzünden zaman algımız bozulabiliyordu. İç dünyamız çok daha dalgalı ve kırılgan bir hal alabiliyordu. Yine de buraya hiç de yeni gelmişiz gibi hissetmiyordum. Bu kadar fazla bir zaman algısı farkı olamazdı.

En sonunda askerler birbiri ardına sabırsızlanmaya başladı ve herkesi gittikçe artan bir telaş kapladı. Kendimi bu telaşa çok kaptırmayıp diğerlerini sakinleştirmeye çalışsam da ben de içten içe korkmaya başlamıştım. Askerler savunma noktalarından çıkıp siste ilerlemeye çalılacak oldular ama komutanımız o noktada kendisini gösterip herkese yerinde kalmasını emretti. Birkaç asker iyice taşkınlık yapıp bu emirlere doğrudan itaatsizlik edecek olduysa da komutan bu askerleri kendi tabancasıyla vurdu ve bu noktadan sonra itirazı olan başka birisi çıkmadı. Buna rağmen komutanın gözlerinde de aynı duyguları görebiliyordum. Yüz ifadesi ise bambaşka birisinin düşüncelerini yansıtıyordu, uzun bir süredir bekleyişte olan birisinin düşüncelerini...

“DÜŞMAN” diye bağırdığını duyduk bir askerin ve tam o sırada komutan o askeri omzundan yakalayıp sakinleştirdi.

“Nerede?” diye sordu ve asker de sisin içini işaret etti. Belki iyice odaklanıp hayal güçlerimizi de sonuna kadar zorlasak sisin içindeki bazı karartıları düşman güçlerine benzetebilirdik. Yine de düşmanın orada bir yerde olduğu düşüncesi askerleri çok korkutmuştu çünkü onların esirlerini yiyen yamyamlar olduğu efsaneleri birlikler arasında dönen oldukça yaygın söylentiler arasındaydı. Ben kendim buna inanacak kadar saf değildim ama yine de bu sisin içinde düşmanlarla karşılaşma fikri hiç hoş değildi. Gözlerimle taradığım sisin içinde hiçbir düşmanı görmediğime neredeyse emin olmuştum ki göz ucumla bir karartının hareketini yakaladım.

“ORADA” diye bağırınca askerler namlularını benim gösterdiğim yöne doğru çevirdiler ve sisi ateş yağmuruna tutmaya başladılar. Mermiler havada asılı nem kütlelerinin içinden geçerken ve silahların gürültüsü sisin altında boğuluyordu ama bu ateşlere uzaktan bir yerden eşlik eden inlemeler duyduğuma yemin edebilirim. İçimi karıncalandıran durum ise bu inlemelerin düşman birliklerine ait olduğunu düşünmemem idi.

Komutanın emriyle ateş kesildi ve askerler biraz olsun sakinleşti. Gölgeleri kendisi de görmüş olacak ki kimseyi sorgulamadı. İleriye çıkıp biraz göz gezdirdi, sonra da geriye çekildi. Hattın en gerisindeki savunma konumuna dönüp yanına birkaç asker çağırdı ve onları sisin içine doğru birliğe öncülük etmeleri için yolladı.

Bu öncü askerler sisin içine ilerlerken fark ettim çevremdeki bazı askerlerin ortadan kaybolmuş olduğunu. Gözlerimle detaylıca her yere ve herkese baktım ama onları göremedim. Geride mi kalmışlardı? Sisin içine ilerleyenlere mi katılmışlardı? Diğerlerinin de benzer düşünce ve duyguları taşıdığını görmem çok sürmedi. Birlikte askerlerin bir kısmı kaybolmuştu. Siste gizlice ilerleyen düşman askerleri mi vardı? Belki de sinsice planlanan bu tuzağın içine düşmüştük ve şimdi düşmanlar sessizce bizi avlıyorlardı. Tepeye çıkarken geride bulduğumuz tılsımları, duaları ve uyarıları düşündüm. Belki de şu an bambaşka düşmanlarla karşı karşıyaydık ve önceki rakiplerimiz bu düşmanlarla savaşmak istemedikleri için geri çekilmişlerdi. “Ne kadar büyük aptallık” diye düşündüm. “Ne kadar büyük bir aptalmışız”

Birlikteki askerler artık genel olarak bir telaş içindeydi. Doğru düzgün düşünüp sakin kalabilen, mantığın sesini dinleyebilen pek kimse yoktu. Bazıları geldiğimiz yoldan geri dönmeye çalışıyorlardı, bazıları da birbirlerine bağırıyor, ağlıyor, yumruklar atıyorlardı. Olduğumuz yerde bulunmanın kimseye hiçbir yararı olmayacağını söyleyen askerleri de duyuyordum. Burada kaldığımız sürece zamanın bizim için istediğimiz yönde akmayacağını ve ne yapıp edip bu sisten çıkmamız gerektiğini konuşuyorlardı. Diğerleri de durum böyle olsa bile bu sisten kurtulmanın pek bir imkanı olmadığını söylüyorlardı. Ben silahıma iyice sarılmış ve savunma konumuma sağlamca yerleşmişken gözlerim bir yandan sisi tarıyor, bir yandan da yerlerde çaresizce debelenen genç yürekleri izliyordu.

İşte gözlerim bu şekilde çevreyi izlerken aklıma geldi, biz bu kadar panik yaparken komutanımızın ipleri eline alması, bizi sakinleştirip bir çözüm arayışına girmesi gerekmez miydi? Bakışlarım onun durması gereken, en geride yer alan konuma kayınca o konumun olduğu gibi boş olduğunu gördüm. Komutan yoktu. Öylece ortada kalmıştık. Belki çevrede birileri ile ilgileniyordur veya biraz daha geride merkez ile iletişim kurmaya çalışıyordur diye düşündüm ve arkaya doğru ilerledim ama içimdeki bir his beni çok uzaklaşmadan durdurdu. Birliğin olduğu yerden ne kadar uzaklaşırsam kendimi bir tehlikenin içine o kadar atıyor olacaktım. Ayrıca nedense geriye doğru gitmek sanki alacağım en yanlış karar olacakmış gibi gelmişti. Ne olursa olsun ilerlememiz gerekiyordu. Böylece adımlarımı ileriye doğru atmaya başladım. Tepenin devamına doğru yürüyecek, sisten çıkıp düşman birliklerine yaklaşacaktım. Buradan kurtuluş olasılığımız için tek çare buydu.

Diğer askerler de komutanın yokluğunu fark etmişti ve üzerlerine çöken delilik çok ağır bir hal aldı. Öylesine bir delilikti ki bu artık onların arasında durmak da benim için çok güvenli değildi. Öz denetimlerini olduğu gibi kaybeden kişiler vardı ve durmadan bağırıp ağlıyorlardı. Benimle hemfikir olan askerler de yerlerinden kalkıp hareketlenmeye başladılar ama herkes farklı bir yöne gidiyordu. Sisin içinde nereden geldiğimiz belliydi ama ilerisinin neresi olduğuna dair bir fikir birliği içinde değildik.

Çığırılar içinde yerlerde tepinen zavallıları arkamda bıraktıktan sonra tek tük askerlerle ilerliyordum. Onlarla aynı yönde ilerliyor olmak bile beni biraz olsun sakinleştiriyordu ama zaman içinde nasıl olduğunu çözemediğim bir şekilde onlardan da uzaklaştım. Yeryüzüne çöken bu nem kütlesinin içinde sanki zaman ve mekan olduğu gibi bükülüyor, esniyor, algılarımın anlayamayacağı oyunlar oynuyordu. Ben ise bu çarpıklığın içinde yapayalnız kalmıştım. Ayaklarımı bastığım toprak bu savaşın kazdığı sayısız çukurla bezenmişti. İçime çektiğim her bir nefes ciğerlerimi bu nem ile dolduruyor ve her soluk aldığımda ruhumu kaplayan endişe daha büyük bir güç kazanıyordu. Belki de savaşın bir noktasında akıl sağlığımı olduğu gibi kaybetmiş ve gerçek dünya ile düş dünyasını birbirinden ayırt edemez hale gelmiştim.

Arkamdan geldiğini düşündüğüm bir ses ile bu düşünceyi de bir kenara attım. Silahımı geriye doğru çevirdim ve gelecek olan düşmanı bekledim ama kimse gelmedi. Gözümün ucuyla yakaladığım bir hareketle namluyu başka bir yöne çevirdim ve gözümü kırpmadan öylece bekledim. Silahımı ateşlememek için kendimi çok zor tutuyordum, birkaç mermi sıksak azıcık rahatlayacaktım ama mermilere daha sonra ihtiyacım olacağını düşünmüştüm. Birisinin nefesini boynumda hissettiğim gibi tüfeğin dipçiğini geriye doğru savurup o tarafa döndüm ama orada sadece hiçlik vardı. Gözümün ucuyla yakaladığım bir karartı ile dikkatim yine o tarafa çekildiğinde ise bu sefer gördüm düşmanlarımı, sisin içinde ilerleyen ve bir var olup bir yok olan gölgeleri.

Olduğum yerde durdum bir süre ve hiç hareket edemedim. Şu noktada yapabileceğim hiçbir şey yoktu, teslim olmak dışında. Tabi eğer bu düşman teslimiyet diye bir şeyden haberdar ise… Omzuma yapışan zayıf bir dokunuş ile tüfeğimin dipçiğini bir kez daha geriye doğru savurdum ve bu sefer bir kütleye vurdum. Saldırdığım kütle yere yığılmıştı ve dipçiğimin yüzünde açtığı yarıktan aka kanları tutmaya çalışıyordu. Namluyu ona doğru çevirip onu bir süre esir tutsam da bir deri bir kemik kalmış yaşlı bir asker olduğunu gördüm. Düşman bu hale mi geldi diye düşünüyordum ki ihtiyar ayağa kalkıp az önce yaraladığım yüzünü gösterdi. Birliğimizin kumandanıydı bu ama yaşlanmıştı, çok yaşlanmıştı. Ağzından zayıf ve beceriksizce çıkarmak istediği kelimeyi söyleyemeden arkasından gelen bir gölge onu hızlıca çekti sisin içine ve ben geriye sıçradım.

Namluyu bir oraya bir buraya çevirerek etrafımda dönüp durdum ama sonra bu sisin içinden çıkmam gerektiğini hatırlayarak koşmaya başladım. Sadece koştum. Silah elimdeydi ama ateş etmiyordum, kimseye namlumu çevirmiyordum. Sadece geriye gitmemem gerektiğini biliyordum, bu yüzden geriye doğru olmadığını düşündüğüm her yöne doğru kendimi hiç tutmadan koştum. Bir noktada arkamdan beni kovalayan gölgeler veya düşmanlar veya eski silah arkadaşlarım olduğuna eminim ama ne zaman onları geride bıraktım ve ne zaman sisin içinden çıktım hatırlamıyorum.

Gözlerim iyice sulanmıştım, vücuduma muazzam bir yorgunluk çökmüştü, damarlarımdan akan kanın atışları en güçlü hissettiğim şeydi. Bu şekilde tutunmuştum hayata.

En sonunda ayaklarım yerlerdeki taşlardan birine takılınca kendimi yerde buldum. Az önceki komutan gibi yarılmış alnımdan akan kanları tutmaya çalışırken gözlerimi ileri çevirdim ve düşmanların namluları ile karşı karşıya olduğumu gördüm.

Eşyalarımı arayıp tepeye çıkarken yerden söktüğüm tılsımı buldular. Kafa karışıklıklarını gideren bir yüz ifadesi yerleşti üzerlerine ve o acıyan gözlerle bana baktılar. Anlaşılan sisin içinden benden başka çıkan kimse yoktu. Sisin içine girdiğimiz günde olduğumu öğrendiğimde zihnimin içindeki son mantık telleri de koptu. Aynı günün akşamı sis ortadan kalktı ve tepenin üzerinde sadece birkaç askeri donanımın durduğu görüldü. Birlik olduğu gibi ortadan kaybolmuştu ve geriye benden başka hiçkimse kalmamıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)