9- Yürüyüş (Spooktober '21)



Verimli ama yorucu bir iş gününün ardından arkadaşlarımı evine gidip keyifli bir akşam geçirmiştik. Keyifli akşamın sonu da geceye bağlanmıştı ve kendimizi kaptırdığımız eğlenceden sonra eve toplu taşıma kullanarak dönme zamanını kaçırmıştık. Metro kapalıydı ve otobüsler de kırk dakikada bir geçiyordu. Arkadaşlarım onlarda kalmamı teklif etmişlerdi ama ertesi gün erken kalkıp hızlıca hazırlanmam gerektiği için evime dönmeliydim. Buna rağmen arkadaşlarımın evindeki samimiyet ve sıcaklık dışarı çıkmama engel oluyordu. Dışarıdaki soğuk ve rüzgarlı havada eve yürüyerek dönmek dışında bir seçeneğim yoktu. Durum böyle olunca hem muhabbetin koyulaştığı hem de iyice ısındığım bir ortamda çıkmak pek akıl kârı değildi. Yine de kararımı vermiştim.

“Hava durumu nasıl?” diye sordum arkadaşlarımdan birisine. Eğer bu saatte dışarı çıkacaksam bir yağışa yakalanmak istemiyordum.

“Açık gösteriyor, bir şey yok gibi.” dedi arkadaşım. “Ama dışarıda bulutların dolandığını görüyorum, oldukça da rüzgarlı bir hava var. Sen yine de dikkatli ol” diye de ekledi üzerine. Onun bu sözleri üzerine pencereye ben de yaklaştım ve camdan dışarıya baktım. Meteoroloji yanılmış olmalı diye düşünüyordum ama genelde tahminleri saat başı değiştirirlerdi. Körfezkent gibi bir şehirde hava durumuna her saat bakılması gerekiyordu yoksa şehrin öngörülemez hava değişiklikleri insanı köşeye sıkıştırabilirdi.

“Olurum” dedim ve herkesle vedalaşıp evden ayrıldım. Küçücük ve eski bir asansör ile aşağıya indim ve en sonunda sokağa çıktım.

Arkadaşlarım eski bir binada oturduklarından hala gösterişli ama iyice yıpranmış ve kapıdan dışarı çıktım. Kapının sokağa bakan kısmının üzerinde küçük ama güzel bir kemer vardı, buna rağmen eski zamanlardan kalan bu cisim bilemediğim bir nedenden dolayı beni hüzünlendirdi. Kapının açıldığı sokak ise oldukça dar bir sokaktı. Binaların duvarlarının dibine kadar park edilmiş arabaların bir yanından ancak tek bir araç geçebilirdi. Binaların kendileri ise bu dar sokağın üstünde insanı hapsedercesine yükseliyordu. Kendilerini iyice sokağın havasına kaptırmış gözler bu binaların üst katlarının sokağın ortasına doğru eğildiğini, insanın göklerle olan bağını kesmeye çalıştığını söyleyebilirdi. Doğru düzgün ışıklandırılmamış sokağın sonunu görmek ise olası değildi, boğucu bir karanlık vardı sadece orada.

Sokakta ilerledikçe binaların küçük pencerelerinden beni izleyen insanları gördüm. Onları görür görmez pencereler kapanıyor ve ışıklar söndürülüyordu. Benden rahatsız mı olmuşlardı, benimle göz teması kurmamak mı istiyorlardı yoksa sadece yaklaşmakta olan kötü havadan mı kaçınmaya çalışıyorlardı bilmiyorum. O dairelerin yanından geçerken çıkardıkları sesleri de kestiklerini fark etmiştim. Durum böyle olunca ben de sokaktaki adımlarımı hızlandırdım ve kimseye daha fazla rahatsızlık vermemeye çalıştım. Sokaktaki bazı diğer insanlar ise hiç rahatsız olmamışlardı benim varlığımdan. Tam aksine, bana rahatsızlık vereceklermiş gibi duruyorlardı. Onların yanından geçerken iyice tedirgin olmuştum ama onlar da anlayamadığım bir duruma dikkat ediyor olacaklar ki sadece oldukları yerlerde durup beni izlediler. Belki de yanlış bir şeyler yapmadığıma emin olmak istiyorlardı.

Sokağı boğucu karanlığını geride bırakınca kendimi caddenin göz kamaştıran ışıklarının altında buldum. Belki de bu ışıkların yarattığı geçici şoktan kaynaklanan bir durumdu ama ışık hüzmelerinin ve aydınlattıkları yerlerin bir an için süzüldüğünü gördüm. Sanki görüntüleri ve konumları havada süzülüyor gibiydi. Yanından geçtiğim kapalı mağazalardaki bazı aygıtların seslerinin de yer değiştirdiğine emindim. Kendime gelmek için olduğum yerde durdum, gözlerimi ovaladım ve biraz su içtim. Yorgun ve dolu dolu geçen bir günün ardından böyle duyu kaymaları çok sıradan bir olaydı. Kendime gelince gördüm, havanın gittikçe kötüleşmekte olduğunu.

Gittikçe şiddetini artıran rüzgar yüzünden gözlerimi bulutlara çevirdim. Şehir ışıkları mı vuruyordu yüzlerine yoksa bir meteorolojik anomali mi gerçekleşiyordu bilmiyorum ama bulutların iç kısımlarından gelen sönük bir ışık var gibiydi. Bir süre olduğum yerde durup o ışımayı izliyordum ki birden görüşümü yok eden bir şimşek çaktı. Şimşeğin parıltısı gözlerimde yankılanıp dururken de hemen ardından kulakları sağır eden gürültüsü geldi. Yaşadığım hızlı kafa karışıklığı ile durduğum yerde sendelemişken kuvvetini artıran rüzgar da beni olduğu gibi yere serdi. Görüşüm şimşeğin yankılanann görüntüsüyle birlikte yavaş yavaş kendine gelirken, düştüğüm yerden sanki ayakta duran kendimi görür gibi oldum ama sadece anlık bir yanılsamaydı bu.

Ayağa kalkıp kendime gelince hızlı adımlarla yürüyüşüme devam ettim.

Her ne kadar eve kadar olan mesafe yaklaşık bir saat sürecek olsa da hep bu yolu kullanırdım. Gecenin geç saatlerinde çevrede kalabalık yokken yürümek, nefes almak beni kendime getirir, dinlendirirdi. Üzerimdeki baskıyı bir kenara atardım, kafamdaki ağır düşüncelerden kurtulurdum. Arkadaşlarımın beni eve bırakma konusundaki ısrarlarına rağmen bu alışkanlık nedeniyle yürüyüş yapmayı tercih etmiştim. Bu seferki yürüyüşüme ise bambaşka etmenler eşlik ediyordu. Daha önce algılarımın bozulacağı kadar yorulduğumu hiç hatırlamıyordum. Gerçekten çok yorulduğum berbat günler olmuştu ve o günlerde bile böyle yürüyüşler yaparak eve dönebiliyordum.

Bu dönüş yolculuklarımda her defasında gördüğüm yerlerden birisi ise bir yıldır hiç kullanılmaya binalar, yerlerdi. Geçen seneki sarsıntılardan ve bu sarsıntılar ile birlikte ölen insanlardan sonra bu yerler terk edilmişti. Kargatepe denilen o uğursuz semt nasıl tekinsiz bir üne sahipse Enverli denilen bu bölge de son bir yılda bu yüzden öyle bir ün sahip olmuştu.

Hemen yanıbaşımda geçtiğim otel de bu yerlerden birisiydi. Elektriğini bir nedenden dolayı kesmemişlerdi, bu yüzden binanın dış kısmı hala aydınlatılıyordu. Işığın vurduğu açık sıcak tonlar duvarlara çok alımlı bir görünüm veriyordu ama otelin içinde hiç kimse yaşamadığı için birbiri ardına dizilen büyük pencereleri karanlıktı. Uzaktan bakılınca kocaman bir varlığın sayısız gözlerle beni izlediği biçimsiz bir kafaya benziyordu. Bu düşünce içimde büyüdü de büyüdü ve o pencerelerden beni izleyen gözler olduğu konusunda ısrar eden duygularımı olduğu gibi inkar edip önüme baktım.

Görmezden geldiğim hisler hiç beklemediğim bir şekilde güçlenip taşmaya başladı ve attığım her adımda içimde yükselen o kötü karıncalanmaya biraz daha teslim oldum. Yürürken göz ucumla çevreme bakıyor ve boş binalardan beni izleyebilecek gözleri seçmeye çalışıyordum. Tabi bir yandan da müthiş bir inkar halindeydim, gözlerimi hemen sonraki hedefime çeviriyor ve hiçbir pencereye orada gerçekten de bir göz görecek kadar uzun bakmamaya çalışıyordum. Her bir adımımla yürüyüşüm hızlanıyor ve terk edilmiş binalara bakma sürem kısalıyordu. Caddeye çıkmadan önce ve gök gürültüsü sırasında yaşadığım algı kaymaları da aynı şekilde sıklaşmaya, başımı daha fazla döndürmeye başlamıştı. Hangi noktada olduğunu bilmediğim bir anda halihazırda rasyonel düşünceden koptuğumu ve daha ilkel sezgileri benimseyerek kaçtığımın farkına varmıştım. Binalara attığım kısa bakışlar ise artık yeteri kadar kısa gelmiyordu çünkü oradan beni izleyen parıltıları ve boğuk karanlık şekilleri artık seçebiliyordum.

Oteller, köşkler, kütüphaneler, harabeler ve uçsuz bucaksız bir mezarlığın çevrelediği caddede yürürken gözümün ucuyla görebilmiştim, dış çizgileri ve geometrileri asla anlaşılmayan karanlık insan biçimlerinin o terk edilmiş boş binaların pencerelerinden çıktıklarını.

Büyük bir korku ile dönüp arkama baktığımda hiç kimseyi göremedim. Zihnim kendi kendisine oyunlar mı oynuyordu? Bugünün yorgunluğu mi iyice ağırlığını bindiriyordu? Yoksa fırtına ile birlikte gelen bu algı kayması yüzünden ne görüp duyduğumu bilemez bir hale mi gelmiştim? Ben orada öylece durup arkamda olduğu gibi durağan bir şekilde kalan caddeye bakarken fırtına iyice şiddetlenmiş ve çok absürt hareketler sergilemeye başlamıştı. Bulutlarda sürekli devam eden ışık oyunlarına elektrik dalgaları da eklenmişti. Büyük bir güçle esen rüzgarın yönü bir oraya bir buraya dönüyordu, yola çıkmadan önce korkutuğum yağışın başladığını ise daha yeni fark etmiştim. Yüzümden süzülen ıslaklığa dokununca bunun yağmur suyu olmadığını, çok daha kirli ve farklı bir su karışımı olduğunu gördüm. O anda saplanan bir baş ağrısı ise beni dizlerimin üzerine çöktürdü, görüşümü kırmaya ve kulaklarıma dayanılmaz bir uğultu dayatmaya başladı.

Göz kapaklarımı indirip ellerimle de kulaklarımı kapasam dahi bu algı kırılmaları devam ediyordu. Karanlık görüşümün içinde ışık patlamaları oluyor, farklı silüetler dolaşıyor ve caddeyi hala ayakta dururmuş gibi görebiliyordum. Kulağıma fısıldayan, sızan, hücum eden sesler ise çok karışık, fazla ve yoğundu. Kafa karışıklığı ile birbirine girmiş bir sürü çaresiz düşünce ve duygu vardı. Hepsi kendini bir şekilde benim zihnimin içine sokuyor ve hiç bitmek bilmeyen bir şey arayış ile oraya dadanıyorlardı.

Derin bir nefes alıp inleyerek yavaş yavaş ayağa kalktım ve ağır ağır yürüyüşüme devam etti. Etrafa bakınca çevrede hiç kimseyi veya hiçbir şeyi göremiyordum ama bu yokluğa aldanmayacaktık. Her an yanılsamalar, halüsinasyonlar veya algı kırılmaları geri dönebilirdi. Kendime geldim, dik bir duruş sergiledim ve yağmur damlalarının dövdüğü bu havada yoluma devam ettim.

Hava şartları öyle absürt bir şekilde hareket ediyordu ki sanki fırtınanın kendisi bir hayat bulmuş ve eyleme geçiyormuş gibiydi. Altında yürüdüğüm yağmur bile olması gerektiği gibi yağmuyordu. Rüzgarın etkisi ve şiddetiyle yön değiştiriyor, yatay daireler çiziyor ve hatta yerçekimine meydan okuyup yükseliyordu. Şemsiyem olsaydı bile kendisinden sakınabileceğim bir yağış değildi bu. Fırtınanın bütün kuvveti ile beni saptırmaya çalıştığı dönüş yoluna öne eğilip gövdemi ileri atarak devam ediyordum ama artık bu anomalinin bana tanıyacağı başka tolerans kalmamıştı. Yağmur damlalarının sıklığının oluşturduğu perdenin altından üzerime doğru yürüyen figürleri görebiliyordum. Damlaların kendisi bu biçimi bozulmuş varlıkların üzerlerine vurunca yok oluyor ve sular onların üzerlerinden imkansız eğimler çizerek akıyordu.

Artık daha fazla dayanamayacağımı bilerek arkadaşıma ulaşıp beni arabayla evime bırakmasını isteyecektim. Ceketim ile siper ettiğim telefonuma uzandım ve ekranını açmaya çalıştım. Ekran açılmadı. Ne kadar denersem deneyeyim telefon açılmıyordu. Yola çıkmadan önce gayet sağlamdı. Bu kadar yoğun bir yağmurda su mu almıştı içine? Telefonumu açmaya çalışırken çevremem çok dikkat edememiştim. Bunu fırsat bilen yabancı biçimlerin dibime kadar girdiğini de bu sebeple bilemedim. Onları gördüğüm gibi geriye sıçradım ve sendeleye sendeleye arkaya doğru süründüm. Ben geriye sürünürken yine gördüm, ayakta duran kendimi, ve o ayaktaki halimin kafasını geriye, bana doğru çevirdiğini.

Ayağa kalkıp son hızla koşmaya başladım. Figürlerden, fırtınadan, biçimlerden uzağa, belki evime, belki de başka bir sığınağa. Botlarımın tabanı aşınmış olacak ki sık sık düz ıslak beton zeminde kayıp duruyor ve peşimdeki varlıklara bana yaklaşmaları için açık veriyordum. Yine de her defasında büyük bir çaresizlik ile hemen ayaklanıyor ve düşe kalka koşmaya devam ediyordum.

Ben koştukça daha fazla terk edilmiş binanın, yapının yanından geçtim. Her birinin havası, biçimi farklıydı ve bir zamanların güzel anıları barındıran yapıları, çirkin mi çirkin ve korkunç varlıklara yuva görevi gören tapınaklar haline gelmişlerdi. Koştukça gördüm ki bu yapıların da kendi biçimleri değişiyordu. Pencerelerin içine ancak sızabilen zayıf ışıklar, içerideki odaların değiştiğine, binaların iç kısımlarının dehşet verici varlıklara doğru evrildiğine tanık olmama izin veriyordu. Her ne kadar hareket edemeseler de bu yapılar da benim düşmanımdı, peşimdeki varlıkların parçalarıydı. Ne yaparsam yapayım onların içine girmemem gerekiyordu yoksa onların kapanlarına yakalanacaktım. Anlamıştım ki beni avlamaya çalışan şeyler sadece peşimden koşan biçimsiz insan figürleri değildi, bütün bu bölgeydi.

Hayatımın şu noktasına kadar zihnimin içine kurulmuş, ekilmiş ve somutlaşmış tüm mantık bağıntıları çatırdamaya, kırılmaya başladı. Gözlerimin gördükleri üzerine vücudum hareket ediyor, içinde yükselip azalan korkunun yarattığı sezgilerime göre karar veriyordum. Herhangi bir plan, çıkarım, gözlem ve düşünce varlık gösteremiyor, insan doğasının daha kadim parçalarına karşı yenik düşüyorlardı. Varlığını sürdürmeye çalışan zavallı canlıların içgüdüleri her şeye baskın geliyor ve dümeni bir türlü bırakmıyordu. Karşıma çıkan olasılıksız biçimleri, dış hatları bozulmuş insan figürlerini, beni sinsice içlerine çağıran kapanları ve fırtınanın kustuğu tüm hiddeti ve artniyeti arkamda bırakmaya çalışarak delicesine koşturuyordum. İçine düştüğüm bu doğaüstü oyundan canlı bir şekilde çıkmak zorundaydım.

Ben bu şekilde koştururken önüme çıkan merdivenleri hiç fark edemedim ve kafamı, sırtımı, omuzlarımı, kaburgalarımı, dizlerimi basamaklara vura vura aşağıya düştüm. Gözlerim bu darbelerin etkisiyle iyice puslanmışken ve vücudum hareket etmeye ancak gayret gösterebilirken o basamaklardan aşağıya inen figürü de seçebiliyordum. O indikçe içimde yükselen sağkalım hissi bana hareket etmemi söylüyordu ama uzuvlarım bu emirlere cevap veremeyecek kadar fazla acı ve yorgunluk içindeydi. Figür basamakları indikçe indi ve her basamakta içimdeki duygu biraz daha kuvvetlendi. En sonunda olduğum yerden kalkarken istemsizce inledim ama bu inleme kulaklarıma hiç gelemedi bile. Tüm bu deliliğin yarattığı aykırı sesler zihnime bütün baskınlıkları ile hücum ediyorlardı.

Merdivenlerin dibinden başlayan büyük kapıyı geçtiğimde kendimi tabelaların, mermer döşemelerin ve bir sürü aygıtın kapladığı yeraltı odasında buldum. Tabelaların gösterdiği her yönde farklı bir tünel vardı ve her biri ayrı bir merdivene çıkıyor gibiydi. Anlamdıramadığım bu odadaki kaçışımda altından geçtiğim tabelaların birisini okuyunca daha da kafam karıştı.

“Meydan durağı”

Metro durağına mı inmiştim? Metronun bu saatte kapalı olması gerekmiyor muydu? Yine fırtınanın oynadığı bir oyunun kurbanı mı olmuştum? Bu sorulara çok yanıt arayacağım bir zaman yoktu çünkü başımı geriye çevirip arkamdan gelen figüre baktığım zaman içimdeki dehşet seviyesi daha da yükseldi. Bu figür benim bedenime, giysilerime, davranışlarıma sahipti ama yüz ifadesinde muazzam bir kafa karışıklığı ile çaresizlik vardı. İstemsizce bir çığlık atıp kaçışıma devam ettim ve tünellerin arasında kayboldum.

Bana benzeyen figür zihnimi darmadağın edecek kadar berbat sesler çıkararak aynı tünellerde dolaşıyordu. Sesler tünellerin mermer duvarlarında yankılanarak bana ulaşıyor ve içimdeki karıncalanmayı ölçülemez boyutlara taşıyordu. En sonunda kendimi bilet dolum aygıtlarının arasında gizledim ve orada öylece kala kaldım.

Bana benzeyen figür yavaşça yaklaştı, aygıtların önünde durdu, kafasını ve bakışlarını çok hafifçe benim olduğum yöne çevirdi ama bana doğrudan bakmadı. Hemen harekete geçmeye hazırdım ama sadece bekledim. Ben bekleyince oda tünelin diğer tarafına doğru ilerlemeye devam etti. Kalbim müthiş bir ritimle artıyordu, damarlarımın duvarlarına vuran kan dalgalarını somut bir şekilde hissedebiliyordum. Beni taklit eden insan biçiminin sesleri iyice uzaklaşınca aygıtların arasından çıkmak için dışarıya bakacak oldum ve kafamı tünele doğru uzattım.

Gözlerimi karşı karşıya kaldığı o korkunç görüntü bir daha zihnimden silinmeyecek. Baktığım şey kendi gözlerimdi, damarların şişip kanlandırdığı, sert yüz hatlarının korkunç bir hal aldığı, o surat ifadesi… Midemi bulandıran o taklit bütün gücüyle üzerime atıldı ama içimde kalan son kuvvet zerresini kullanarak kenara çekildim. Öyle bir güçle öne atılmış olacak ki, o iğrenç biçimsiz şey aygıtların dengesini bozdu ve bir tanesi üzerine düştü. Ben de anlık bir şaşkınlıktan sonra hemen aygıtın üzerine çıkıp onun altında kalan diğer benliğimi büyük bir ısrar ve kuvvetle ezmeye çalıştım. Ben onu ezdikçe o da çaresizlik ve dehşet duygularını fışkırttığı bir çığlık attı. Uzunca bir süre attığı çığlık boyunca o aygıtın üzerinde kaldım ve daha da fazla bir kuvvetle onu ezmeye devam ettim. Tanrım, orada duyduğum o sesler. Sesleri duydukça anlamaya başlamıştım ve gittikçe daha fazla bir konuşmayı, cümleyi andırmaya başlamıştı o sesler. Yine de ısrarımı sürdürüyordum ve aygıtın üzerinden çekilmedim. Orada ölmekte olan biçim güç uygulamayı bırakıp bana en sonunda çarpıtılmış bir aksanla adım ile seslenince son bir tereddüt dalgası yayıldı içimde ama hala aygıtın üzerinde duruyor, gücümü uygulamaya devam ediyordum.

Ve sesler kesildi.

Vücudumun, bedenimin, giysilerimin, yüzümün berbat bir taklidini oluşturan bir biçim yatıyordu aygıtın altında, hareketsizce, sessizce… Yüz ifadesi zihnime kazınmış bir durumda, asla unutamayacağım.

Dışarıdaki fırtına dinmişti, yağmur kesilmişti. Titreyerek ve sendeleyerek eve döndüm en sonunda.

Oradan çıkarken duraktaki mermer yüzeyde gördüğüm kendi yansımamı da asla unutamayacağım, çünkü onda da aynı ifade vardı. O figürü öldürürken onun yüzünde gördüğüm ifadenin aynısı. Sert yüz hatlarının ve kanlanmış gözlerin yansıttığı bir çaresizlik, dehşet, korku, yalvarış...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)