14- Körfez Canavarı 2. Bölüm: Gölge (Spooktober '21)



Körfez’de gördüğüm ve içime sızmasını engelleyemediğim o dehşet uzun bir süre boyunca beni etkisi altına aldı. Su yüzeyine yayılan o çirkin dokular, suya yaklaştıkça bütün algımı baskılayan iğrenç koku ve insanların yüzlerine çöken korkunç ifadeyi aklımdan çıkaramıyordum. Dünyanın mı sonu gelmişti yoksa bu berbat bela sadece bizim üzerimize mi inmişti? Tarihin kayıp kadim şehirlerinin de sonu böyle mi gelmişti? Her zaman kendisinden beslendikleri kaynakları, yuvaları, simgeleri insanlara yüzlerini mi çevirmişti? Kumağzı çok büyük bir şehir değildi ama bin yıllar boyunca ayakta kalmıştı. Şehrin hayatı burada mı noktalanacaktı yoksa sonlanacak yaşamlar sadece şehrin şu anki zavallı yerlilerine mi aitti? Korkunç bir son bizleri bekliyordu ve bunu kemiklerimizin köklerine kadar hissediyorduk.

Sis ile suyun birbirine karıştığı ufuk çizgisinde gördüğüm canavarın gölgesi ise zihnimin derinliklerine kadar dadanan dehşetlerden en baskınıydı. Suyu ve havayı kirleten unsurun zihnimi de kirletmesi ve bana böyle bir canavarı gördüğümü düşündürmesi bile çok olasıydı ama öyle bir biçime ve boyuta sahip, insanın ruhunda bu kadar kötü hisler bırakan bir canavarın teorik varlığı bile başlı başına ürkütücü bir düşünceydi. Yine de o canavar hakkında aklımı karıncalatan bir şeyler vardı. Bilinç katmanlarımın arasında sıkışmış kalmış bazı bastırılmış duyguları tetiklemişti. Akıl mantığın hiçbir yerine uymayan düşünceler, bu canavara müthiş bir merak duymama neden oluyordu.

İç dünyama huzursuzluk veren bu hastalıklı kavramlar, gecenin karanlığında da peşimi bırakmadı. Birbiri ardına bana musallat olan kara düşlerde bu canavarın o çarpık ufuk çizgisi boyunca hareket ettiğini baştan ve baştan görüp duruyordum. Her defasında kan ter içinde çığlıklar atarak uyanıyor ve gözlerimi kapatmaktan çekiniyordum. Yine de bedenime ve aklıma çöken yorgunluk yüzünden eninde sonunda yine uyku diyarının çekimine teslim oluyor ve yine bu kötü düşleri görüyordum. Her defasında ise bu canavarın hareketleri biraz daha değişiyordu. Önce çizgi boyunca ettiği hareket yavaşladı, sonra da hareket etmeyi olduğu gibi bıraktı. İlk başta fark edemesem bile her bir düşte canavarın boyutu biraz daha büyüyor gibiydi, biraz daha yaklaşıyordu. Bir noktada canavarın bitmek bilmez açlığının hedefinde benim olduğumu sezdim ve yaklaşmaya çalıştığı yerin ise benim bulunduğum yer olduğunu anladım. Ne var ki onun ürkütücü gölgesi altına giremeden güneşin bu kirli gaz kütlesinin arasından geçebilen loş ışınları yüzüme vurdu ve en sonunda uyanabildim.

Düşlerimde bu canavarın bana yaklaşmasından korksam da içimde yükselen lanetli merak duygusu yüzünden kendi kendimi yiyor, olduğum yerde duramıyordum. Karşıma çıkan sorunların çözümüne girişme güdüsü yüzünden mi yoksa daha ilkel korkuların karşı koyamayacağım gücüne kendimi vermemden mi kaynaklanıyordu bu durum bilmiyorum ama tüm bu kirlilik ve hastalık arasında yine o körfeze gidip canavarın orada olup olmadığına bakmak istiyordum.

Cadde olduğu gibi bomboştu. İnsanlar evlerine sığınmışlardı, işletmeler ise olduğu gibi kapanmışlardı. Kısa bir süre sonra vardığım Körfez’de ise durum daha farklıydı. Sağda solda görebildiğim tek tük insan kıyı şeridi boyunca yürüyor, denize bakıyor ve kendi iç dünyalarında bir şeyleri çözmeye çalışıyorlardı. Körfeze bakan pencerelerin neredeyse hepsinde ise ufuk çizgisini izleyen gözler vardı. Canavar’ı gören tek kişi ben değildim ama anladığım kadarıyla hiç kimse bu konuyu açmıyor, kendi içlerinde bir sonuca varmaya çalışıyorlardı. Sanki bu canavardan sesli bir şekilde bahsetmek ona somut bir varlık verecek ve yarattığı imkansız korkuları gerçeğe dönüştürecekti.

Onları görmezden gelip kıyıya vardım ve gözlerim ilk önce yine su yüzeyini taradı. Aslında su kütlesi diyebileceğim bir şey kalmamıştı geriye. Kadim zamanların adı sanı şüpheli simyacılarının kötü amaçlarla yarattığı çözeltilere, kocaman sanayi mekanizmalarının boşalttığı mide bulandırıcı atıklarına, devasa canlıların ölüp geride bıraktıkları cesetlerin en sonunda çözüldükleri posaya benziyordu. Bu deniz artık başka bir dünyadan gelmiş bu iğrenç sıvıdan oluşuyordu ve gözlerim büyük bir tiksinti içinde bu manzarayı ağır ağır taradı. Dibini görmek bir yana, körfezin yüzeyinden hiçbir şey yansımıyordu bile. Mor, yeşil ve siyahın arasındaki tonlara bürünmüş bu kütle, üzerine düşen ışığın çoğunu tutuyor, serbest kalmasına izin vermiyordu. Canavardan bağımsız tutulduğu halde bile bu körfez başlı başına bir bela olmuştu artık.

Ufuk çizgisine varan bakışlarım ise körfezin üzerindeki sislerin ardında sakladığı bir gölge, hareket veya değişim aradı ama orada hiçbir şey göremedim. Çok uzaklarda bir yerde göğün puslanmış mavisi ile suya yayılan morumsu kütle, gri ve kirli bir sis aracılığıyla birleşiyordu. Sisin altında veya ardında varlığını sürdürebilecek böyle bir canavarın gizli bir şekilde hareket edebilme olasılığı beni daha da rahatsız ediyordu. Tehdidi herkesin körfeze gittiği o an görmüştüm ama şu an onu göremiyor olmam, herhangi bir anda hiç beklemediğim bir noktada ortaya çıkacağını, saldıracağını ve her şeyi yutacağını düşündürtüyordu bana.

Bu düşünceler de bambaşka bir yönden gelen daha farklı bir his ile birlikte bölündü. Yavaş yavaş yükselen, gelişen, yaşayan ve büyüyen bir histi bu. Kendi içimde doğan ve beynime doğru hareket eden bir his değildi ama başka bir yerde doğup büyüyüp kendini zorla başkalarına haber eden bir histi. Gözlerimden, kulaklarımdan, burnumdan bağımsız olarak bambaşka sezgilerimle kendimi çevirdiğim bu hissin yönünde ise yine o yer yükseliyordu. Eski okulumuzun hemen dibinde yer alan o tekinsiz üne sahip, terk edilmiş ve çürümeye bırakılmış, ordu birliklerinin her daim nöbet tuttuğu ve bazı insanların içine girip kaybolduğu Derinköy bölgesi. Orada bir şeyler vardı ve bu şeyler körfezden yükselen bu tehdide karşı bir tepki veriyorlardı. Biz zavallı insanlar ise bu şehrin üzerimize saldığı bu dehşetler arasında sıkışıp kalmıştık. Dört duvar arasında kendimizi güvende hissettiğimiz evlere sığınmış, toprağın altına kaçan sürüngenler, böcekler gibi saklanmıştık.

“Duyuyor musun onları?” diye sordu yanıma yaklaştığını duymadığım bir yabancı. “Körfezden gelen yardım çağrılarını?”

“Hayır” diye cevap verdim şaşkınlık içinde. “Ama böyle bir his var benim içimde de.”

“Nasıl bir his?”

“Orada birilerinin olduğu hissi…” deyip biraz sessiz kaldım. “...veya bir şeylerin.”

“Yardım istemiyorlar aslında.” diye ekledi.

“Ne istiyorlar peki?” diye sordum.

“Çünkü öyle alışmışlar. Yardım isteyecek bir iradeleri, ihtiyaçları veya varlıkları yok artık. Yardım istiyorlar çünkü böyle yapmaya alışmışlar. Onlara her ne olmuşsa, her ne yaşamışlarsa yardım isterken bu hale gelmişler. Şimdi ise sadece yapmayı bildikleri tek şeyi yapıyorlar, çaresizce yardım istiyorlar ama artık ne yardım alabilecek bir halleri var ne de onlara yardım edebilecek birileri.”

Kafamı o yabancıya çevirince eski ve yıpranmış giysiler içindeki tuhaf görünüşlü bir ihtiyar olduğunu gördüm. Şapkasının ve saçlarının sakladığı gözlerini göremiyordum ama içimden bir ses o gözlerde herhangi bir şey göremeyeceğimi söylüyordu. Başka bir ses ise o gözlerde görebileceğim hiçbir şey görmek istemeyeceğim konusunda beni uyarıyordu. Bakışlarımı ihtiyar yabancıdan yine körfeze çevirmiştim ki nedense o an içinde ihtiyarın o gözlerle bana baktığını hissettim. Bir iki saniye körfezin ufuk çizgisini izledikten sonra yavaş yavaş kafamı ihtiyara doğru çevirdim ama o çoktan gitmişti. Çevremi yoklayıp onu görmeye çalışsam bile gözlerim yine Derinköy’e kilitlenince iyice huzursuzlandım ve oradan ayrılıp eve döndüm.

Eve geldikten sonra başka hiçbir merağımı gidermeye çalışmadım, başımı hiçbir belaya bulaştırmadan öylece oturdum, sessizce günlerimi geçirdim. Koku her zamankinden daha iğrençti, hastalık çok daha yoğun bir şekilde yayılmış ve iyice şiddetlenmişti. Evin için ise tüm bunlardan uzakta durabileceğimi düşündüğüm güvenli bir sığınaktı, en azından bir süre için öyle kalacaktı. Her ne kadar bu süre çok kısa bir zaman dilimi olsa da.

Kısıtlı bir imkanı olan ve sakat durumdaki yönetim ise sonunda harekete geçmişti ama buldukları çözüm çok şüpheli ve radikaldi. Sokaklara çıkarılan müdahale ekipleri hastalıklı olan evlere girmeye başlamıştı. Büyük araçlar her sokaktaki her evi denetliyor ve tespit edilen hastalar bu araçlara bindiriliyordu. Araçtan çıkan görevliler sarı ve yeşilin tonlarında koyucu giysiler giyiyorlar, ardını göremediğimiz siyah camlardan bakıyor, havanın kirliliğinden iri maskelerle korunuyordu. Üstü kapatılan ve tabutları andıran özel sedyelere bindirilen hastalar, ekiplerin geldiği bu büyük araçlara bindiriliyorlar ve hastalara iyi bakıldığı söylenen yeni yapılmış sağlık tesislerine götürülüyorlardı. Her ne kadar yerel yönetim bu ekiplerin ve tesislerin salgın sürecini en verimli bir şekilde çözmek için kurulduğunu söylese de, uzaktan gelen büyük araçların sesleri kötü olayların alameti gibi hissettiriyor, insanların içindeki huzursuzluğu daha da besliyordu.

Ekiplerin götürdüğü hastalardan ise bir daha haber alınamıyordu. Hastalara yapılan müdahaleler ve uygulanan tedavilerin uzun bir zaman aldığı ileri sürülüyordu. Toplumun yapısı ise artık iyice çatırdamıştı ve herkes mucizevi bir çözüm bekliyordu. Belki de bu yüzden bu duruma kimse itiraz etmemişti, bedeli ne olursa olsun bu sorunların hemen ortadan kalkmasını dileyen insanlar tüm sonuçlara dünden hazırdı. Eğer böyle bir gün gelirse ve tüm bu doğa dışı durum ortadan kalkarsa acaba ne gibi gerçekler ortaya çıkacaktı?

Ekiplerin götürdüğü bu hastalara ek olarak başka insanlar da teker teker ortadan kaybolmaya başladı. Evinden dışarıya çıkıp azıcık uzaklaşan insanlardan da bir daha haber alınamıyordu. Evlerinde tek başına yaşayan insanlar da ortadan kayboluyordu. Çok uzak ve ayrık yerleşimlerde varlığını sürdürmüş küçük topluluklar da nasıl olduysa yeryüzünden silinmişti! İnsanlar bir yolunu bulup bu yerden kaçabilmeyi başarmışlar mıydı? Adanın merkezinde, dağların hemen dibinde bulunan havaalanından mı kaçmışlardı? Yoksa büyük bir risk alıp başımıza tüm bu belayı saran deniz üzerinden mi buradan ayrılmışlardı? Peki içinde bulunduğumuz bu berbat durumda ben böyle bir risk alabilir miydim? Kaderim hangi yöne ilerlerse ilerlesin bir risk almak önümde duran kaçınılmaz bir gelecek gibi görünüyordu.

Tüm bu delice düşünceler, hava ile sudaki kirlilik ve körfezde gördüğüm canavarın yarattığı dehşet benim zihnimi çok uç noktalara sürüklemiş olacak ki artık orada olmayan şeyler görmeye başladım. İlk başta sadece belirli çizgilerden oluşan yamuk şekiller ve birbirine bulanmış renkler olarak ortaya çıkmışlardı ama sonrada çok daha kesin detaylar kazandılar. Havada birden ortaya çıkan kafalar, gözümün ucuyla seçebildiğim hareketler, ensemde hissettiğim nefesler ve yalnız başıma dururken koluma, bacağıma temas ettiğini düşündüğüm hafif dokunuşlar… Bu görülerin en somut olanlarını ise duvarlarımın ardında, penceremden baktığım zaman seçiyordum. Yerde sürünürken bir şekilde ayağa kalkmış dünya dışı canlıları andıran insanımsı biçimleri bazen sokaklarda, bahçelerde, çatılarda gördüğümü sanıyordum ama asla evlerin içine girmemişlerdi.

Bu tuhaf görüler kendilerini gösterdikten kısa bir süre sonra hemen ortadan kayboldular ve gerçek olup olmadıkları konusunda arkalarında çok çirkin soru işaretleri bıraktılar. Aklımın aldığı vahşi bir telaş hali bana o an her türlü çarpık bilinçaltı unsuru görsel öğeler şeklinde sunabilirdi. Belki de bu öğelerin ortadan kalkışıyla birlikte çöken sessizlik hali çok iyiydi ve daha da kötüleşebilecek biçimlerden beni esirgiyordu. Böylece devam etti şehirdeki kirlilik ve delilik ama sessiz bir çılgınlığın yankılarıydı bunlar. Çılgınlığın kendisi ise adım adım yaklaşıyor, yarattığı hiçlik yanılgısının arkasına gizleniyordu.

Alametlerden ilki şehrin üzerine çöken havanın daha da kötüleşmesiydi. Körfezin üzerindeki sis kentin her bir sokağına yayılmıştı. Evin bulunduğu sokak iyice iç kısımlardaydı ama körfezin puslu ve yoğun havası buraya kadar gelmişti. Sokak lambalarının ışıkları hiçbir yere varamıyordu. Köşelere sinmiş karanlığın ardından sayısız yırtıcı fırlayacak gibiydi. Hava öyle bir şekilde kapanmıştı ki ne gündüzleri güneş ışığını ne de geceleri ay ışığını görebiliyorduk. Sokağın karşısındaki evlerin pencerelerini seçmek bile çok zor bir hale gelmişti. Ya dışarıda olabileceklerden korkarak ışıklarını açmıyorlardı ya da çoktan burayı terk etmişlerdi. Benim içimde ise sürekli yükselmekte olan bir uyarı vardı. Muazzam bir çaresizlikte bağırıp çağırıyor, karşısında hiçbir şey yapamayacağım bir durumdan kaçmamı söylüyordu.

Gecenin güne bağlandığını anlayamadığımız bir sabah başladı işgal. İçimdeki seslere kulak verip kapıyı ve pencereleri kapatıp örtmüştüm, ışıkları ise açmıyordum. Dışarıda ne olacağını görmem mümkün değildi ama böyle bir gereklilik de yoktu. Evimin içinde cahilce bekleyip her şeyin bitmesini bekleyebilirdim. Ne cahilim de evimin içinde bekleyerek her şeyin bitebileceğini düşünmüşüm. İlk gelen sesler bütün güçleri ve zayıflıkları ile bağıran insanların çığlıklarıydı. Körfez tarafından başlayan bu çığlıklar her bir seferinde başka sokaklara yayıldılar. En sonunda bu sokağa geldiklerinde ise artık sadece çığlıklar ve bağırışlar yoktu, bambaşka varlıkların sesleri de gelmekteydi. Büyük bir sürünün düzensiz yürüyüşü, aykırı dünyalardan gelen yabancı bir ordunun işgali, adaı konulamaz bir varlığın izinsiz bir girişi…

İşgalciler tam olarak ne yapıyordu hiç bilmiyorum ama evdeki en geniş oda ortak odaydı, ben de odanın ortasına geçmiş, kendime savunulacak bir konum hazırlıyordum. Eşyalarımın arasında dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı saklanırken gözlerimi ise ahşap zemine dikiyor ve aklımdan geçen sayısız hastalıklı düşünceye teslim oluyordum. Sesler ise artık iyice yakınlaşmıştı ve bahçemden geldiklerini anlayabiliyordum. Önce duvarlarıma yaklaştılar, sonra da camlara ve kapılara vurdular. Ben hiçbir şey yapmadan öylece bekliyordum, o an içinde başka bir şey de yapabileceğimi sanmıyorum. Bu denli korkan bir insanın edebileceği hiçbir hareket olamaz, olmamalı. Böyle korkular bir insanın yaşayabileceği veya yaşaması gereken duygular değiller. Varlığımızın, sınırlarımızın çok ötesinde eyleme geçen olaylara verdiğimiz en üst tepkiler... öyle olaylar ki gözlerimizin ve kulaklarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın, yaşamlarımızın ve kaderlerimizin çok ötesinde gelişen şeyler… Bizler sadece su ve kayadan oluşan bir gök cisminin üzerindeki bir hayvan türüyüz, onlar ise ise çok daha yüce boyutların, evrenlerin, efsanelerin canavarları, varlıkları, tanrıları…

İçimde ne kırılmıştı, hangi teller kopmuştu, ne zaman böyle bir harekete geçmiştim bilmiyorum ama olduğum yerden kalkıp pencerenin örtülerini açasım tuttu. Böyle bir delilik ancak o pencerenin ardından bana bakan şeklin yarattığı bulantı ile cezasını bulabilir. Öyle de oldu. Örtüyü çektiğim zaman camın arkasından bana bakan tekil veya çoğul olduğunu ayırt edemediğim göz yapısı, somut ve soyut mu, katı mı sıvı mı olduğunu çıkaramadığım beden dokusu, hangi yöne ne kadar uzandığını anlayamadığım uzuvlar… Tanrı diye bir şey varsa o kadar merhametsiz olmalı ki bana böyle bir dehşet göstermiş ve öyle merhametli bir varlık olmalı ki o an içinde aklımı başımdan almış.

Gözlerimi açıp kendime geldiğimde korkudan çığlık attım, sadece bir anlığına. Sonra da dağılmış evimi arayıp taradım ama ne gördüğüm aykırı varlıklardan bir iz vardı, ne de beni evde ağırlayan ailemden...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)