15- Körfez Canavarı 3. Bölüm: Canavar (Spooktober '21)



Telaş ile dehşet içinde evi aradıktan sonra dışarı çıktım ve benim gibi bir sürü insanın da sokakta olduğunu gördüm. Benim gibi onların da aile üyeleri kayıptı, bir kısmı bütün geceyi saklanarak geçirmişti ve bu yüzden duydukları pişmanlık ile yabancı varlıkların yarattığı korku duyguları birbirlerine dolanmış, insanları yerin dibine vuran bir kuvvete dönüşmüştü. Yaratıkların ve kaybolan, sürüklenen, taşınan insanların izleri ise zayıf da olsa yerlerde seçilebiliyordu. Bütün bu olanlardan, çılgınlıktan sonra bile hala bir zerre cüret edebilen insanlar kayıp arkadaşlarını, aile üyelerini ve sevgililerini aramaya başlamışlardı. Bu zavallı ve cesur insanların arasına ben de katılmıştım, böylece iç kesimlerden körfeze doğru olan yavaş yürüyüşümüz başlamıştı.

İzleri takip ettikçe yoğunlaşmakta olan koku ve sis bizleri büyük bir tereddütler denizinin içine atıyordu. Geceki varlıklarla karşılaşma olasılığını neredeyse kesin olarak düşünüyorduk. İzlerin bizi götürdüğü körfeze yaklaştıkça da tenimizde, sinirlerimizde, kemiklerimizde doğan karıncalanma hissi her bir adımda biraz daha artıyor ve bizi durdurmaya çalışıyordu. Her ne kadar kullanışsız olduklarını bilseler de ellerine aldıkları silahlar ve araçlarla ilerleyen kalabalık bir yandan korku ve dehşet yüzünden sürekli birilerini geride bırakırken, bir yandan da yol üzerinde bir cesaret tanesini kullanarak katılan yeni insanlar alıyordu. Körfeze doğru giden yolda yürürken sağda solda dizilen içi boşalmış, terk edilmiş veya dün geceye kadar insanların kaldığı binalara da çabucak bir göz atıyorduk ama kaybolan yakınlarımızdan bir eser yoktu. Herkes o insanların nereye gittiğini iyi biliyordu ve bu cevabı seslendirecek yürek o kalabalıktaki hiç kimsede yoktu.

Bazı insanların yüzünde büyük bir öfke vardı, bazıları kendi inançlarına sığınmışlardı. Bir kısmı oldukça çaresizdi ama yapabilecekleri daha iyi bir şey yoktu. Böyle bir korku yer alıyorsa karşımızda, o korku ile bir an önce yüzleşmek istiyorlardı. Kalabalığın adımları hızlı değildi ama ağır ve kararlıydı. Bedenlerimiz, kollarımız, dizlerimiz tir tir titriyordu, gözlerimiz puslanıyor, midelerimiz bulanıyordu ama içimizdeki tuhaf bir merak ve yüzleşme duygusu bizi gittikçe körfeze yaklaştırıyordu. O anda bunu bilmiyorduk ama bizi takip eden öncekinden bambaşka varlıklarla hareket ediyorduk.

İçimizde yükselen tiksintilerin kaynağı olan o berbat yere geldiğimizde ise gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldık. Körfezdeydik ve izler burada bitiyordu. İnsan aklının bildiği biyoloji ile tanımlayacağımız yapıların, uzuvların izleri ile kurbanların büyük bir çaresizlikle geride bıraktığı el ve ayak izleri körfezden kıyıya, kıyıdan suya ilerliyordu ve o iğrenç kütlenin içinde son buluyordu. Bütün umutlarımız soğumuş, içimizdeki alev kırıntıları da böylece sönmüştü ama o an yaşadığımız en kötü durum bu değildi. Bütün kalabalık körfezdeki gerçekle yüzleşirken uzaklardan gelen ve insan ruhunu paramparça eden bir ses duyduk. Böyle bir sesin geldiği yere bakmamak için insanın içinde tanımlanabileceği bir cesaret veya korku hali var olamaz. En cesur ve en korkak yürekler bile böyle sesler duyduklarında içlerindeki vahşi hayvanlara teslim olurlar ve kulakları ile gözlerini seslerin kaynağına çevirirler çünkü kendilerini yutabilecek yırtıcılarla karşı karşıyadırlar. Yine de bu bir yırtıcı değildi çünkü böyle bir varlığı yırtıcı olarak tanımlamak bütün bu açıklama içinde söyleyebileceğim en yanlış sözlerdir. Doğanın içindeki av avcı ilişkisi içinde böyle bir kavram yer alamaz. Söylenebilecek sözler ancak her şeyi başlatan veya her şeyi sonlandıran daha büyük yaratıların sıfatı olabilir. Buna rağmen hiçbir söz, sayı, renk, kelime veya simge o sisin içinde ilerleyen gölge için yeterli olmaz.

Bütün kalabalığın gözlerinin körfez sularının puslu gök ile buluştuğu o ufuk çizgisinde olduğuna emindim çünkü başka türlü olamazdı. Her bir canlı veya soyut varlık orada yer alan canavarı görmeliydi, dinlemeliydi, ona dikkat etmeliydi. Kendisinin detaylarını seçemeyeceğimiz kadar sisin arkasında saklanmış olan ama bütün heybetiyle de yükseldiğini gördüğümüz bu varlık çevresindeki uzay ve zamanı büküyor gibiydi ama tek çarpıtılan şey akıllar ve yüreklerdi. Onları çarpıtan tek unsur ise yine o akıllar ve yüreklerdeki korku duygusuydu. Zamanın o kısacık kesiti içerisinde korku duygusundan başka bir bilinç etkenini duymak ise olasılıksız bir şeydi. Eğer gerçekllik kesin bir şekilde var ise, var olduğu anlar o canavarın dikildiği zaman dilimiydi.

Çığlıklar ağlayışlara karıştı, bazı insanlar kendilerini körfeze attılar, bazıları Derinköy’e kaçtılar. İçine girdikleri sarsıntı durumundan kurtulamayanlar hareketsiz bir şekilde oldukları yerde dikildiler ve zihinlerinin zaman içinde öylece yitip gitmesinden memnun oldular. Ben ise bilinç düzeyimi sağ kalım güdülerime teslim edecek kadar akıl sağlığımı korumuş birisi olarak geldiğim caddeye geri döndüm ve diğerlerinin durumlarından esirgenenlerle birlikte içinden çıktığımız evlere geri kaçtık.

Eve döndükten sonra ne kadar zaman geçti, neler yaptım, nasıl hayatta kaldım hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim en sonunda bu yerden kaçıp gitmek istediğimdi. Geride evimi, anılarımı, ailemi, kimi ve neyi bıraktığım önemli değildi. Sadece yaşamımı değil, kendimi de korumak için bu şehirden ve adadan ayrılmalıydım.

Çabucak hazırlandım, eşyalarımı topladım, rotamı ayarladım ve oradan ayrılan bir araç buldum. Benim gibi başkaları da buradan gitmek istiyorlardı ve bu yolculuğu beraber yapacak gibiydik. Üçzirveler’in eteklerinin dibine, Bakırova’nın sonuna, Bakırada’nın ortasına kurulmuş olan havaalanını kullanacaktık. Bİlet almamıştık ama bilet alınabilecek bir düzen de yoktu. Orada bulduğumuz uçağa atlayacaktık, eğer ki herhangi bir uçak kalmışsa. Uçuş ekiplerinin de bizler gibi düşüneceğini umuyorduk. Yol neredeyse bir saat sürecekti, her şey düşünüldüğünde gayet alınabilecek bir riskti. Araç da hızlı hızlı gidiyordu ama bununla ilgili bir sorunumuz yoktu. Bir saat içinde çok fazla şey değişebilirdi.

Bir yandan anayolda bizim gibi delice hızlarda ilerleyen arabalarla birlikte yolculuk ederken bir yandan da radyoyu açmıştık. Resmi kanallar açık değildi ama kendi imkanlarıyla yayın yapan bazı radyocular duydukları olayları her an aktarıyorlardı. Böyle bir deliliğin içinde dikkati dağıtmak veya bir akışın içine kapılıp korkuya teslim olmamak için iyi bir yoldu. Radyocunun anlattığı olaylar ise endişe vericiydi. Bakırada’nın geneline vuran hava olayları çoğunlukla Körfez’in açıklığından girer ve adanın çevresini saran dağlara iç kısımlardan vurana kadar devam ederdi. Bu sefer ise bu durum bize karşı işlemişti çünkü yine Körfez’den çıkan çok yoğun bir kütle müthiş bir rüzgarla birlikte iç kısımlara doğru ilerliyordu. Aracın pencerelerinden izlediğimiz bu hava akımı ise bize önceki gecelerden çok tanıdık geliyordu, yakınlarımızın kaçırıldığı gecelerden.

Haberler birbirini takip etti. Hava olaylarının nasıl kötüleştiği, ulaşımı gittikçe nasıl zorlaştırdığı, yağışın yaşandığı yerlerde iletişimin nasıl kesildiği ve en sonunda havaalanının nasıl kaybedildiği ile ilgili… Araç önce, yavaşladı, tüm diğer araçlarla birlikte. Bazıları diğerlerine çarptı, bazıları ise yoldan çıktı. İnsanlar yolun ortasında durdukları araçlardan inip dışarıya çıkıyor ve gökyüzüne bağırıyorlardı. Biz ise direksiyonu geriye doğru kırmıştık. Havaalanından çıkış yoktu. Adanın diğer bölgelerinde ise ulaşıma izin verecek başka bir tesis yoktu. Zaten radyodan gelen haberlere göre Körfez’den yayılan bu felaket adanın geri kalanını da olduğu gibi egemenliği altına almıştı.

Eve döndüğüm zaman mutlak bir çaresizlik duygusuna kapıldım. Adadan ayrılamıyorduk, yardım alamıyorduk, kurtulamıyorduk. Böyle bir kadere mi teslim olacaktık. Çıkıp dağların zirvesinde vahşi hayvanlar gibi yaşasam daha mı iyiydi? Veya kendimi diğer insanlar gibi körfezin sularına atsam? Tüm bunlar yetmezmiş gibi başka haberler de duyduk. Görünüşe göre dünyanın geri kalanı adada yaşananlar ile ilgili çok yüzeysel de olsa bilgi almıştı ve şimdi de bir karantina uygulamak istiyorlardı. Bakırada’nın tamamı dünyadan koparılmış olacaktı, biz de kendi mezarlarımızda canlı canlı çürüyor olacaktık. Kısa süre içinde adanın uzak çevresinde uçuş yapan hava araçlarının görüntüleri internete düşmeye başladı ve kimsenin bize yardım etmeyeceğine, burada bütün sorunların ölmesini bekleyeceklerine emin olduk. Hemen sonra ise daha kötü haberler geldi, körfezi de ablukaya alacaklardı. Savaş gemilerini körfezin uzağında bir çizgi üzerinde tutacaklar ve kaçmamıza izin vermeyeceklerdi. Adada yaşanan olaylardan korkmasalar üzerimize ateş saçmak için uçaklar da yollayacaklardı ama kimse o kadar cesur değildi. En nihayetinde duvarları savaş araçlarından inşa edilmiş bir hücrenin içinde tutuluyorduk ve kapıda dışarıya baktığımız zaman tek gördüğümüz şey sislerin arkasında pusuda bekleyen aklın hayalin almadığı bir canavardı.

Evde geçirdiğim süre boyunca içimde katılaşmış şüphe büyüdü, gerçeklikten de iyice koptum. Gözlerimin baktığı her yerde bir şeyler görür oldum. Kulaklarımdan her türlü fısıltı, uğultu, çığırı eksik olmaz oldu. Çenem, dirseklerim ve dizlerim sürekli titriyordu, midem her daim bulanıyordu. Temasa geçtiğim, duyularımın algıladığı her bir unsur içimde ayrı bir korku dalgası yaratıyordu. Rasyonel düşüncelerimin kurduğu ağ tuzla buz olmuştu, bu tozlar yığınının içinde ise sürüne sürüne yol bulmaya çalışıyordum.

Tüm bu hiçliğin içinde ise dış dünya ile olan iletişimimizi de kestiler. Ne internete girebiliyorduk, ne yurt dışına telefon edebiliyorduk ne de televizyondan olayları takip edebiliyorduk. Hiç kimse ile konuşamayacaktık, hiç kimseyi göremeyecektik. Artık sadece bir mahkum değildik, ölüm cezası verilmiş zavallı bir mahkumduk.

Bu delilik sürerken ve ne zaman uyuduğum ile ne zaman uyandığım belli değilken bilinçsizlik evrenine kendimi istemsizce bıraktığım anlardan birinde tuhaf bir düş gördüm. Körfezin ortasında, kente ve açık denize ışık veren bir fener vardı. Suların dibine temeli atılmış büyük bir kuleden çıkan bir ışık, karanlık bir gecenin içindeki her şeyi aydınlatıyordu. Bu aydınlanmanın içerisinde tarif edilemez ucubeler, yaratıklar ve canavarlar da vardı ama aynı zamanda bir kurtuluş yolu da çiziyordu. Körfezin kıyısına koyulmuş bir kayıktan başlayan temiz bir su kütlesi körfezin önce merkezine sonra da başka ülkelere uzanan açık denize çıkıyordu. Bilinçaltımın bana sunduğu yüzeysel bir oyun muydu bu yoksa anlayamadığım bazı bilgiler mi sunuluyordu önüme, bunu hiç bilmiyordum.

Fenerin varlığı, içimde filizlenmiş deliliğin önünü geçici bir süre için kesti ve elimdeki her şey ile bir yandan yeni bir kaçış rotası oluşturmaya çabalarken bir yandan da bu fenerin varlığını araştırıyordum. Ailemin internette araştırma yapmak gibi bir alışkanlığı olmadığı için evde adanın tarihi ve kültürü hakkında bilgi veren bir kitaplar dizisi bulunuyordu. Kendim hiç kullanmamıştım bu kitapları ama artık bir işime yarayacaklardı. Onlardan baktığım kadarıyla zamanında bu körfezde bir deniz feneri mevcuttu ama bu bin yıllar önceydi. Krallar Denizi’nin doğu kıyısını vuran ve tarihin ilk çağlarında doğan uygarlığa büyük bir çelme takmış “Karanlık İşgal” sırasında olduğu gibi yıkılmıştı.

Deniz fenerinin geçtiği başka bir olay ise Enstitü aracılığı ile başlatılan arkeolojik çalışmalardı. Denizin dibine gönderilen dalgıçlar, ellerine verilen gelişmiş teknoloji ile bu deniz fenerinden geriye kalanları bulacaktı ama anlaşıldığı kadarı ile bir nedenden dolayı yarım kalmış bir çalışmaydı bu. Bu çalışmadan sonra körfeze gelen bir savaş gemisi ise bir süre boyunca bu noktada kalmıştı. Bu da Enstitü’nün kendi talebi ile olmuştu.

Merak duyguma bu sefer teslim olmamıştım. Sadece kendi kaçış planlarıma hazırlık yaparken dikkatimi dağıtmak ve akıl sağlığımı korumak için giriştiğim bir etkinlikti. Yine de içimde bir şeyleri canlandırmış, aklımdan çıkmayacak kavramları içime işlemişti.

En sonunda kendimi topladım, dışarıya çıktım ve körfeze doğru ilerledim. Canavar da oradaydı, Derinköy de bütün art niyetiyle yükseliyordu. Yaptığım hareket deliceydi, körfezin içinden geçmek, canavarın dibinden ilerlemek deliceydi ama zaten delirmiştim. Başka türlü kurtulamayacaktım, ölümün de çok uzakta olduğunu hissetmiyordum. Körfeze gelince kokunun iyice yoğunlaştığını gördüm, öyle ki hemen orada kustum. Çevrede dolaşan yegane insanlar kendince mırıldanan, bağıran veya sağa sola kendini atan delilerdi. Zaten şehirde akıl sağlığı yerinde olan kimse kalmamıştı, kalamazdı. Bu deliliğin içinde delirmeyecek olan herkes ya ölmüştü, ya da kaçırılmıştı. Belki tüm bu süre boyunca ben de bağırıyordum ama farkında değildim. Açıkçası öyle bir durumda çok da umursamıyordum.

Kayığı gerçekten de orada buldum. Başkası kaçmaya çalışıp vazgeçmiş miydi yoksa hemen orada ölmüş bir zavallının kayığı mıydı? Cevap önemli değildi. Kayığı iğrenç kütleli körfeze içine sürükleyip üstüne atladım. Küreklerle suyu itmeye çalışırken oldukça zorlandım, suyun kıvamı da koyulaşmıştı. Bazen küreğin ucu suyun içinde yüzen ve ne olduklarını söylemeye cesaret edemeyeceğim şeylere değiyordu. Bu her yaşandığında öğürüyordum ama küreği çekmeye devam ediyordum. Su yüzeyinde çok ağır ve yavaş dalgalanma vardı, kürekle bu dalgalanmaları rahatsız etmek istemiyor olsam bile başka seçeneğim yoktu. Ben de ilerledim. Düşlerimde fenerin aydınlattığı yolları takip ediyor, gözlerimle de fenerin olduğu yeri izliyordum.

Kaçışım boyunca uzaktaki donanmayı seçebiliyordum. Geçmeme izin vermeyebilirlerdi ama umrumda değildi onlar. Geçmeyi deneyecektim, isterlerse üzerime ateş açabilirlerdi. Bu muhtemelen benim için çok daha merhametli bir son olurdu. Onlara baka baka kürek çektim ve kayık ile birlikte berbat kıvamlı suyun üzerinde ilerledim. Bu ilerleyiş boyunca sanki bir cesetler yığınının üzerinde gidiyordum ve bu durumda benim gittikçe rahatsız ediyordu. Yine de beni bu kararımdan vazgeçtirecek hiçbir şey olamazdı. Gözlerim savaş gemilerinin üzerinde iken deniz çok şiddetli bir şekilde dalgalandı ve kayık geriye doğru kaydı. Denizin dalgalanmaya başladığı nokta bir tepe şeklini aldı ve tepe hareketlendi, ilerledi. Canavarı rahatsız etmiştik.

Deniz yüzeyinin içinden birden sayısız devasa insan kolu çıktı, hepsinin de görünümü körfez suları gibiydi. İğrenç bir kıvamları vardı, berbat bir renkleri vardı, dehşet saçan bir görüntüleri vardı. Kollar iyice yükseldi ve gemilerin üzerine vurmaya, bazılarını da doğrudan körfezin dibine çekmeye başladılar. Bazı gemiler biraz daha esirgendiler ve kolların üzerine ateş açtılar. Bu canavarı daha da kışkırttı ve denizin içinden bu sefer bambaşka uzuvlar çıktı, ateş açan bu gemileri önce su yüzeyinden daha da yukarıya kaldırdılar, sonra da tüm kuvvetleri ile dibe çektiler. Körfezi ablukaya alan kocaman savaş donanması saniyeler içinde yok olmuştu. İnsanlığın gösterebileceği en büyük çarpışma gücü bile bu canavar karşısında hiçbir şeydi.

Ben batan gemileri izlerken arkamdan bambaşka bir his beni kuşattı. O gün körfeze bakarken beni kuşatan histi bu. İhtiyarla konuştuktan sonra içime kendisini yerleştiren bir histi. Arkamı döndüğümde Derinköy’ü gördüm, karanlığın ve pusun içinde ışıl ışıl parlıyordu, eski günlerine geri dönmüştü. Işığın içinden ise sayısız şekil çıktı. Önceki gecelerde sokakları işgal eden şekiller değillerdi bunlar, çok daha farklılardı. Hiçliğe uzanan boyutların içinden çıkmış bambaşka yaşam türleriydi ve hücuma geçmişlerdi. Işıl ışıl yuvalarının içlerinden çıkıp körfez sularının üzerinden yüzüyorlardı, yürüyorlardı, uçuyorlardı. Körfezin içinden çıkan başka biçimler ise onlara uzanıp suyun derinlerine çekmeye çalışıyorlardı ve ortaya çıkan bu mücadele insanın midesini bulandırıyordu. Birbirlerini yiyen, yutan, özümseyen, yok eden insan dışı güçlerin savaşı beni tam olarak bir hiç gibi hissettirdi.

Ben bu savaşı izlerken kayık birden yükseldi ve tam arkamda dikilen canavarla dipdibe geldim. Ey merhametli Tanrım, neden böyle bir canavarı yarattın? Yükselen suların oluşturduğu tek bedenin içinden insan elleri, başları, uzuvları çıkıyordu ama bambaşka yapılar da vardı. Dünyada bilinen herhangi bir anatomi, biyoloji, kimya bilgisinin dışında, bambaşka gezegenlerde, bambaşka yuvalardaki bambaşka canlı türlerine ait sayısız yapıydı bu. Bitkilerle mantarları, kadim zamanların yırtıcılarını, en eski efsanelerdeki şeytanları, en absürt mitlerdeki tanrıları andıran bir canavardı. Tenini oluşturan su, posa ve tüm o iğrenç dokular bir araya gelerek berbat bir maddeyi tamamlıyordu. Sayısız karmaşık yapıdan oluşan bu biçimi gözlerimi iyice zorluyordu, zihnim tüm şekli tek bir vücut olarak algılamaya çalışıyordu. Her birimizi ve her şeyi yutmak üzere harekete geçtiğinde çıkardığı ses ise o kadar dehşet saçıyordu ki kulaklarımı kapatıp çığlık atmaya başladı.

Tam o sırada kayık yükseldi de yükseldi ve öyle bir noktaya geldi ki artık ona tutunamadım ve suya düştüm. Suya düştükten sonra gördüğüm gözler, ağızlar, yüzler benden yardım istiyorlardı ama hiçbir samimiyet, duygu, his veya düşünce taşımıyorlardı. Yok olmadan önce son yaptıkları şeylerdi bunlar ve bu canavarın dokuları, özümsediği bu canlıların son biçimlerini taklit ediyordu sadece, çarpık bir şekilde yansıtıyordu. İstemsizce bir çığlık atmak, yardım için bağırmak için ağzımı açmıştım ki tüm şehre kokusu yayılan o berbat madde ciğerlerimi ve midemi doldurdu.

Beni bulan ve kurtaran insanların bana anlattıklarına göre su yüzeyinde öylece süzülüyormuşum. Su temizmiş, gemiler batıkmış ama mürettebatlardan haber yokmuş. Derinköy’ün tüm telleri, barikatları, binaları delinmiiş, yıkılmış. Şehir halkı kaybolmuş, gitmiş. Bu gezegene gelmemesi gereken kötücül bir niyetin kurbanı olduklarını varsaydım. Yine bu insanların anlattıklarına göre gözlerimi açtığım andan itibaren çığlık atmışım, bağırmışım. Yaptığım başka bir şey yokmuş. Başka bir şey de hatırlamıyorum. Çığlık atarken de bayılmışım. Yardım isteyip duruyormuşum, bana zaten yardıme etmiş insanlardan yardım isteyip duruyormuşum. Ne yaptığını bilmeyen, sadece yardım istemeyi hatırlayabilen zavallı insanlar gibi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)