6- Gölet Canavarı (Spooktober '21)



Büyük bir öfkeyle yeryüzüne yağan yağmur damlaları, yürüyüş patikasının etrafına dilimiş olan sokak lambalarının ışıklarını en karanlık gecelerin sönük yıldızlarına indirgiyor, gözlerimin önüne bir perde çekiyordu. Patikanın dış tarafından başlayarak tepelere doğru uzanan uzun boylu sık ağaçlardan oluşmuş orman, içinde binbir türlü varlığı saklıyordu. Taş yolun üzerinde attığım her adımda, o ağaçların arasında pusu kurmuş bu varlıkların her daim beni izlediğini düşünüyordum. Tepelerin ardında yükselen gökdelenlerin ışıkları ise, yürüyüş yolunun iç kısmında yer alan devasa su kütlesinin üzerine ancak düşüyor, derin suyun kendi içinde barındırdığı karanlığı yarmaya gücü yetmiyordu. İşte o gece araştırmaya gittiğim göletin o gece bende bıraktığı izlenim böyle bir şeydi.

Göletin içinde konumlandığı Enstitü’nün bir kampüsü olan Vadi kurulduğu günden bu yana pek çok kayıp vakasına neden olmuştu. Bu kayıp vakalarının ucu ise en sonunda gelip bize dokunmuştu. Çok sevdiğim bir arkadaşım günlerdir ortada yoktu. Sıradan koşullar altında gayet olağan bir durumdu bu. Çok haber veren veya sıklıkla iletişime geçen birisi değildi ama çevresindeki insanların aramalarına cevap veren birisiydi. Çok uzun bir süredir kimsenin onunla iletişim kuramıyor olması hepimizi endişelendirmişti ve durumu ciddiye almaya başlamıştık. Onu tanıyan insanlarla iletişim kurduk, kendimize göre bir bilgi ağı oluşturduk. Sorunlarını hep kendisine saklardı ama başını şüpheli konulara sokacak birisi de değildi. Tüm olasılıkları eledikten sonra elimizdeki en kesin bilgi, arkadaşımızın en son bir gece gölete gideceği olmuştu.

Kayıp ihbarı vermiştik tabi ki ama bizim yaşadığımız yerde, Körfezkent gibi bir şehirde, çözülemeyen kayıp vakaları, cinayetler, kaçırılmalar hep çok olmuştu. Yetkililer bu konuda harekete geçmeyi çaresizce isteyip deneseler bile bu sorunların çözümü karşısında hep bir engel çıkmıştı. Yasal veya işlevsel noktalarda bir sorun olmadığını insanlar az çok benimsemişti. Başka bazı etmenler işin içine giriyordu, hiçbirimizin açıkça dillendiremediği etmenler. İşte bu yüzden harekete geçmek için yetkililerin yürüteceği bir sürecin sonlanmasını beklemeyecektim. Kendi imkanlarım ile kendi araştırmamı yürütecektim. En azından böyle bir arkadaşlık için yapmam gereken buydu.

Okuduğumuz Teknik Bİlimler Enstitüsü ise Körfezkent’e ve ülkenin geri kalanına kıyasla iyice tekinsiz bir üne sahipti. Yurtlar’daki olaylar halihazırda yeni kurulmuş olan kampüse en başından kötü bir hava getirmişti. Matematikçi Profesör Erdem Söz’ün yürüttüğü uğursuz çalışmalar ve onu takip eden yoldaşları böyle bir zemin hazırlamış olsa bile Enstitü’nün kendi kökleri de çok hoş yerlere çıkmıyordu. Karakol kampüsünde gizli saklı devam ettirilen işler ve Kızılkoğuş’ta yaşanan ölümler bu durumun kanıtları niteliğindeydi. Tüm bunların üzerine medyada “Kitap Vakası” olarak adlandırılan mide bulandırıcı olay ise tüm bu yaşananları bambaşka boyutlara taşıyordu. Şimdi de bu lanet bize vurmuş ve bir arkadaşımız kaybolmuştu, Enstitü’nün her yerinde yaşananlar gibi.

Metropolün modern organlarının içinden çıkıp Vadi kampüsünün kara kanatlı kapısının altından geçtiğimde bile bu değişimi hissettim. Tüm bu bilgilerden cahil bırakılmış birisi, bu duyguyu şehrin geri kalanındaki belalardan korunmuş bir yere girildiği zaman içine işlediği güvenlik hissi ile karıştırabilir. Bu büyük bir hata olacaktır çünkü bu güven hissi, bir oltanın ucuna takılan yemlerden farksızdır. Bunu öğrendiğim için artık her defasında yaşadığım bu eşikten geçiş duygusu artık içimde sadece tiksinti dalgaları yaratıyordu. Tüm bunlara rağmen ben de artık avcıların oltalarına yakalanmış durumdaydım. Kaybolan arkadaşımın hangi oltanın ucunda olduğu veya benim karşılaşacağım avcının doğası ise en sonunda öğreneceğim bilgilerdi. İçinden çıkmak istemeyeceğim bir cehaletten mahrum bırakılacaktım.

Kara kanatlı kapılar bir tepenin sırt kısmında yer alıyordu ve vadinin geri kalanı ise bu sırtın aşağısına doğru akıyordu. Göleti buradan göremiyordum, öyle bir konuma yerleşmişti ki insanları avlayabileceği bir mesafe girmeden önce onu görebilmek imkansızdı. Kampüsün geri kalanına açılan yolun iki tarafı ise ağaçlar ve yeşillikler ile bezenmişti. Masmavi gökyüzünün altına dizilen bu yeşil örtünün yanıbaşında yürürken kuş ve böcek seslerini duyabiliyordum. Ara sıra çalıların, otların, ağaçların arasından fırlayan sincaplar ve kirpiler bu tekinsiz yerde bile hala bir yaşamın sürebileceğini gösteriyordu. Tabi bazı yaşamlar diğerlerinden çok daha yabancı, art niyetli ve tehditkar olurlar. Bunu da sonradan öğrenecektim.

Vadideki insanlar ise muazzam bir yoğunluğun yarattığı hızlı bir ritim ile boğuşuyorlardı. Oradan oraya koşturan ve çevresindeki her şeyi kaçıran bu zavallı yaratıkların etraflarındaki bu yaşam izlerini görmediklerine mi üzüleyim yoksa onların cahilliğinde sıradan hayatlarımızı işgal eden bu berbat olaylardan esirgendiklerine mi sevineyim bilemiyordum. Yine de bu olayların havası herkesin üzerine az çok çökmüştü. İnsan doğasına aykırı bir şekilde gerçekleşen vakaların kaçınılmaz bir şekilde yarattığı yıpratıcı hava, insanların yüzlerinden, gözlerinden, duruşlarından ve ses tonlarından anlaşılıyordu. Bu kadar parlak zihnin böyle bir yıkılmışlık, ezilmişlik altında kalması, pesimizm denizinin içinde boğulması beni hep üzmüştü. Bütün bu vadi, zengin zihinleri çeşitli yemlerle içine çekip onlardan beslenen, onları sömüren kocaman etçil varlığa dönüşmüştü.

İşte içlerindeki karanlık düş parçalarına teslim olan bu insanlarla konuşmuştum hep. Kaybolan arkadaşımı yakından uzaktan tanıyan kim varsa onlarla birebir görüşmeler yapmıştım, derslerine girmiştim, hareketlerini takip etmiştim. Bu süreçte fark ettiğim tuhaf bir olay ise bu okulun bir sürü yabancı yüz ile taşmış olmasıydı. Akademik kadroya olmadık isimler girmişti, okul personeline gereksiz eklentiler yapılmıştı, yarıyılın orta yerinde okula kaydını yaptıran sayısız öğrenci olmuştu. Kimsenin anlam veremediği bu durum insanların arasında da bir paranoyanın oluşmasına sebep vermişti. Bu insanların da gölet hakkında kendilerine göre tuhaf soruşturmalar yürüttüğünü duyunca iyice şaşırdım. Yine de bulundukları yerde pek durmayıp her yer değiştiriyorlar ve bambaşka insanları sorgulamaya başlıyorlardı. Neyse ki onlarla pek işim olmadı, onlar da benimle ilgili iş çıkarmadılar.

Konuştuğum insanlardan arkadaşımın durumuna ilişkin çok fazla bilgi alamamış olsam da göletin kendisine dair birçok söylenti duydum. Bir kısım insanın bahsettiğine göre gölet aslında vadide, okulun içinde bulunan bir nükleer santrali soğutmak için kullanılıyormuş. Ordu bu toprakları Enstitü’ye bir kampüs kurması için verdiği zaman ortaya çıkmış gölet. Yani bu duruma göre nükleer santral ordunun denetimiyle mi kurulmuştu? Aynı varsayıma göre bu santral yüzünden göletin sularına radyasyon sızıyormuş ve bu radyasyon sayesinde mutasyon geçiren bazı canlılar varmış. Aslında böyle bir canlının gazetelere çıktığını hatırlıyorum ama sadece önemsiz bir bitki parçaydı diye biliyordum. Bu varsayımlara göre göletin çevresinde mutasyon geçirmiş bambaşka bir canlı varmış, oraya gecenin ıssızlığında gelen insanları avlamaya çalışan bir canlı.

Bir iddiaya göre ise gölette yüzmeye çalışıp boğulan birisinin varlığı hala orada bulunuyormuş. Bu iddiaya meydan okurcasına gölette yüzmeye çalışan bir sürü kişi olmuş ve bir çoğu hiçbir şeyle karşılaşmamış ama kimsenin haberi olmadan kendi başına orada yüzen bazı kişiler yine ortadan kaybolmuşlar. Her defasında orada boğulanların sayısı arttığı için göletin dibinde bekleyen varlıkların sayısı da artıyor, verdikleri tepkiler de daha şiddetli oluyormuş. Başka bir söylenti ise göletin çevresinde dolaşan deli bir katili barındırıyordu.

Tüm bu söylentileri dinliyor olmak benim için çok ürkütücü bir deneyimdi çünkü gölete gittiğim önceki seferlerde, yani herhangi bir olayın yaşanmış olmadığı sıradan zamanlarda orada çok keyifli bir şekilde vakit geçirdiğimi hatırlıyorum. Kafa dinlemek, çevresindeki yolda yürüyüp zihnimi boşaltmak, bazı konular üzerinde düşünmek için çok ideal bir yerdi. Eğer bu söylentileri önceden duymuş olsaydım orada geçirdiğim zamanın vereceği his çok farklı olurdu.

Ne olursa olsun ortada bir sorun vardı. Bu kadar fazla söylentinin tek bir noktada toplanmasının bir sebebi vardı. Oradan çok fazla insan kaybolmuştu ve bu kayıp vakaları bir türlü çözülemediği veya sonlanmadığı için insanlar kendi hayal güçlerinden çeşitli açıklamalar getirmişlerdi. Sonuçta olası bütün kapıların kapandığı bir noktada olasılıksız açıklamalar gün yüzüne çıkmalıydı. Gerçekliğin sınırları başka türlü bulunamazdı. Okul hayatımın son kısımlarını geçirmek üzere bu yere gelmeden önce çok rasyonel bir insandım ama burası kişinin aklındaki katılaşmış yapıları eritiyor ve onlara yeniden biçim veriyordu. Bu sürece uzun süredir direniş göstermiş olsam da buradaki hayatımın çeşitli noktalarında kendi içimde şüpheye düşüyor ve kafamdaki gerçekliğin tutarlılığını, içinde bulunduğum durumlardaki geçerliliğini sorguluyordum. Tabi ki bu söylentilerden hiçbiri doğru değildi ama ortada bir sorun vardı, bu sorunun bir kaynağı vardı. Bu sorunun kaynağını daha açık gözlerle görmek için baştan gölete gitmem gerekecekti.

Göletin aldığı konum bile başlı başına imkansız bir durumdu. Eni sonu olmayan bir metropolün orta yerinde duruyordu. Körfeze doğru bakıyordu, bu yüzden körfezin kıyılarından veya karşısından görünmesi de çok kolay olur diye düşünebilirdi insan fakat durum böyle değildi. Çevresinde yükselen dik tepeler ve tepelerin üzerini örten uzun, sık ağaçlar onu tüm meraklı gözlerden saklıyordu. Bu coğrafya içinde oturduğu beşik ise öyle bir açıyla duruyordu ki, uçakla üstünden geçmedikçe orada bir göletin var olduğunu çok zordu. Şehrin geri kalanından iyi gizlenmişti.

Gölete arkadaşımın kaybolması üzerine ve bu söylentileri de duyduktan sonra gelince bambaşka bir hava vermişti. Gökyüzünün grinin çirkin bir tonuna bürünmüş bulutlarla kapanması ve yavaş ama kararlı bir şekilde esen soğuk rüzgar da bu hislerimi destekliyordu. Güneşin eksik olması öyle etkilemişti ki havayı sanki bulutlar renklerini yeryüzüne de saçmışlar ve hayatı renk çeşitliliğinden yoksun bırakmışlardı. Aynı çirkin gri tonları artık devasa su kütlesinin yüzeyine de yayılmıştı. O yüzeyin altında ise uğursuz bir koyuluk vardı, sanki içinden her an çıkıp üstüme fırlayabilecek tehditlere yuva olmuştu. Ceketimin önünü kendimi dış dünyadan korumak istercesine kapattım ve istemsizce derin bir nefes aldım. Bir şeylerin çevrede olduğunu hissedebiliyordum.

Göletin üzerinde her şeyden habersizce yüzen tek tük kaz vardı. Her an onları yutacak bir ağzın yükselmesini beklesem de böyle bir şey olmadı, sanki onlar tüm bu tehditten esirgenmişlerdi. Yine de göletin üzerine doğru bir göçmen kuş sürüsü gelince iyice kafaları karıştı. O anda ikiye ayrıldılar, başka yönlere gidip baştan baştan gölete döndüler. Yolları buradan geçiyor gibiydi ama göletteki bir şey onları engelliyordu. Göz ucuyla yeşilliklerin arasında bazı hareketlenmeler görsem de onları vadide dolaşan başka hayvanlara bağladım. Bakışlarımı suya çevirdim. Su çok durgundu ve bu durgunlukta beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Her an suda rüzgarın oluşturduğu dalgalanmalar bekledim ama su inatla öylece durmak konusunda sabır gösterdi Gözlerim ise en son göletin kıyısını dolduran toprakta durdu. Toprağın üzerinde adım izleri vardı. Adımlar suya kadar gidiyorlar ve ortadan kayboluyorlardı. Geri dönüş yoktu.

Ben çevreyi bu şekilde incelerken arkamdan birisinin sesini duydum. “Neyi arıyorsun?”

Ağaçların arasına oturmuş bir yabancı vardı. Kim olduğunu veya ne giydiğini çıkaramıyordum, bir gölgeyi veya suda oluşmuş kusurlu bir yansımayı andırıyordu.

“Bir arkadaşımı”

“Arkadaşını bu gölette arıyorsan çok şanssız birisisin demektir”

“Neden?”

“İnsanlar bu gölete genelde bazı cevaplar bulmak için gelirler. Küçük cevaplar, büyük cevaplar, o an bulmaları gereken cevaplar, zamana yayılmış cevaplar…”

“Sen nasıl bir cevap arıyorsun?”

“Ben kendim için bir cevap aramıyorum. Genelde sorular soruyorum, insanların cevaplarını alıyorum. Onlardan besleniyor, onlar sayesinde büyüyorum.”

“Neden şanssız birisiyim?”

“Buraya gelmişsen bir arkadaşını değil, bir cevabı arıyorsun demektir. Yoksa arkadaşını başka yerlerde arardın”

“Ne gibi yerlerde?”

“Gerçek bir cevap istiyor musun?”

“Evet”

“O zaman gece gel”

İyice beni ürküten ve yüzünü hala göremediğim bu yabancı ile yaptığım konuşmadan sonra göletten hızlıca ayrıldım. Gece yine gelecektim tabi ki ama bu karşılaşmadan çok korkmuştum. Onun hakkında tüylerimi ürperten, çok ilkel seviyelerde, varlığımın en eski katmanlarında beni uyaran bir şeyler vardı. Oradan uzaklaşmak, bu duygudan kurtulmak ve kendime gelmek istiyordum. Yine de araştırmamı inatla devam ettirecektim ve aynı günün gecesinde yine gelecektim.

Gece olunca vadinin kara kanatlı kapılarının altından yine geçtim ama o kanatlar sanki gecenin karanlığına daha kolay uyum sağlamışlardı. İki tarafı yeşilliklerle kaplanan yol bu sefer ağaçların birbiri arasında barındırdığı koyu siyahlık ile kuşatılmıştı. Önceki kadar yoğun bir insan varlığı yoktu ve yollardaki tek tük yabancı da beni oldukça ürkütüyordu. Göremediğim dalların, çalıların arasında yaşanan hareketlenmeleri duyabiliyordum ve oradan üzerime fırlayabilecek hayvanlar beni bu sefer tedirgin etmişti. Yine derin bir nefes aldım, duruşumu dikleştirdim ve kararlı adımlarla gölete doğru yürüdüm.

Gölete inen toprak yokuş patika da şiddetli yağmur yüzünden iyice çamurlaşmış, botlarımı tutmaya başlamıştı. Su kütlesini saran taş yola vardığımda ise mutlak bir yalnızlık duygusu üstüme çökmüştü ama aynı zamanda yalnız olmadığıma da adım gibi emindim. Derinliğini algılayamadığım suyun içinde, karanlığı saklayan ağaçların arasında veya yoğun yağmur damlalarının benden gizlediği mesafelerin ötesinde bir şeyler vardı ve beni izliyorlardı. Daha önce su yüzeyinde yüzen kazlardan veya hava uçan göçmen kuşlardan eser yoktu. İçime çektiğim her bir nefes yoğun yağmurun üstüne çöktüğü sessizliği bozacak, rahatsız edecekmiş gibi hissediyordum. Taş patikada yürüyüp göletin etrafında dolaşırken sokak lambalarının sönük, art niyetli ışıkları tepenin üzerinde pusuda bekleyen yırtıcılar için beni açığa çıkartıyorlar, onlara yerimi gösteriyorlardı.

En sonunda ayakkabı izlerini gördüğüm konuma geldim ve topraktaki aynı noktaya baktım. O saatlerden beri su hiç hareket etmemiş ve yağmur da yeterince şiddet kazanmamış olacak ki aynı izler hala oradaydı. O izleri takip edip suyun iyice yanına yaklaşınca kendimi çok tehlikeli bir eğimde, dibini göremediğim gölete bakarken buldum. Bir süre karanlık yüzeyde belli belirsiz beni izleyen kendi yansımama baktım. Sonra yansıma titreşti, puslandı, ayrıştı ve farklı ışıkların farklı açılarla oluşturdukları gölgelere dönüştü. İstemsizce derin bir nefes aldım ve farkına varmadan bu nefesi tutmaya başladım. O anda yansımalardaki titreşimler ve puslanma ortadan kalktı. Gözlerimin gördükleri karşısında bir an için hiç hareket edemedim çünkü bu yansımaların sahip oldukları yüzler, benim yüzüm değildi.

Bulunduğum kıyıya vuran küçük bir su dalgası ile hemen kendime geldim ve oradan geri çekildim. Bu hareketim ile birlikte ayağım o eğimli toprak yüzeyde kaydı ve suya düşecek oldum. Neyse ki büyük bir panik ve inanılmaz bir inatla debelenerek kendimi baştan taş patikaya çıkarabildim. Kıyıya vuran su dalgaları ile birlikte sudaki yansımalar da hareketlendi ve biçimsiz insan figürleri şeklinde yüzeyden yükselmeye başladılar. Bu kişilerin kafalarını ve kollarını seçebiliyordum ama şekillere verdiğim anlam burada sona eriyordu çünkü vücutlarının geri kalan kısmı su ile birlikte hareket ediyor, yükseliyor ve göl tabanından çekilmeye başlıyordu. Çok derin bir çukurdan yükselmeye başlayan su kütlesi ile birlikte ben de taş patikadan geriye çekiliyor ve ağaçlarla dolu dik yamaca giderek daha fazla yaklaşıyordum. Su kütlesi, yükseldi, yükseldi ve yükseldi. Yükseldikçe genişledi, büyüdü, etrafındaki karanlığı, yağmuru, havayı ve ışığı yedi… veya belki en başından beridir onlarla birlikteydi, kim bilir?

Genişleyen su kütlesinin üzerinden başka insan figürleri de kendilerini dışarıya doğru itmeye başladılar ama bu çaba bir kaçışı andıran bir eylem değildi. Tekil bir amacı, arzusu olan bir güdüydü ve bu güdü beni hedefliyordu. Biçimsin insan kolları, kolları ve gövdeleri bana doğru uzuyorlar, esniyorlar, şekillerini bana doğru uzanmaya çalışarak bozuyorlardı ama o an görmüştüm ben de onu. Bunca zamandır bulmaya çalıştığım arkadaşımı… Bu sudan ve karanlıktan yapılmış biçimsiz bedenler arasından bana uzanıyordu fakat sahip olduğu o berbat niyetlerini sezebiliyordum. Kendimi geriye attıkça attım, taş patikadan çıktım, tepedeki ormanın içine çekildim, ağaçların arkasına saklandım.

Su kütlesi ise yükseldikçe yükseldi, artık saklanma, durgun kalma gibi bir isteği yoktu. Yükseldikçe aldığı biçimde farklılaştı, değişti, merkezileşti. İçinde sayısız insanın varlığını görebiliyordum ve bu insanlarla birlikte bambaşka bir canlıyı andırıyordu. Kocaman kadim yırtıcılarla yer altında gün ışığından mahrum kalmış en aykırı bitkilerle, mantarlarla karışık bir anatomiye sahipti.

Oradan kaçtım. Arkadaşımdan kaçtım. O canavardan kaçtım. Göletten kaçtım. Dik tepeyi koşa koşa çıktım ve tepenin diğer tarafında yer alan kampüse kaçtım.

Gece boyunca kampüste saklandım ama ertesi gün dayanılmaz bir kaşıntıya cevap verircesine geri dönmek istedim gölete. Ne var ki devlete, orduya, çeşitli kurumlara ait olduğu anlaşılan insanlar toplanmıştı oraya ve detaylı incelemeler yapıyorlardı. Bizim girişimize izin vermemişlerdi ama çok zor ve imkansız bir açıdan gözümün ucuyla gördüm. Gölette hala var olmaya devam eden su kütlesini. Buna rağmen hiçbir şey hissetmedim, şu ana kadar her zaman var olmuş su ile aynı şey değildi bu. Sadece suydu.

Göletin canavarı ise çoktan gitmişti, başka bir yerde insanlardan saklanmaya, insanları beklemeye, insanları avlanmaya, insanlardan beslenmeye...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)