20- Kümes (Spooktober '21)



Uyku ve düşler dünyasından ekşi ve soğuk bir hissin göğsümde başlayıp vücudumun geri kalanına yayılmasıyla çıktım. Gözlerimi açmak istemeyeceğim bir gün gibi geliyordu ama eğer göz kapaklarımı kaldırmazsam savunmasız kalacağımı sezmiştim. Yüzüme düşen ışıkların hiçbir gerçekliği yok gibiydi, havanın sıcaklığı yapaydı, içine uyandığım hayat dilimi bir önemden yoksunmuş gibi geliyordu. Göğsümden yayılan duygular iyice ağırlaştı ve kaslarımın karıncalanmasına sebep oldu. Tenimin üzerini örten yabancı bir duygu, tüylerimi diken diken etmişti. Fırtınadan kaçan bir hayvan nasıl bilişsel süreçten geçiyorsa ben de öyle bir süreçten geçiyordum. Yattığım yerden doğrulurken tereddüt ediyor, yaptığım herhangi bir hareketin tehlikeli bir durumu tetikleyeceğini düşünüyordum. Yine de kafamı kaldırıp pencereden dışarıya bakabildim ve birbiri ardına dizilip Körfezkent’in tepelerini olduğu gibi örten sayısız binayı gördüm. Bu beni rahatsız etmişti. Elimi istemsizce cama dayadığımı ise sonradan fark ettim. Yataktan kalkıp bu tekinsiz güne başladım.

Çok acıkmıştım ama içimden hiç de bir şeyler yemek gelmiyordu. Genelde canım sıkıldığımda aşina olduğum bu duyguyu neden böyle bir günde yaşadığımı bilmiyordum. Önceki gece sıradan bir geceydi. Genel olarak da yaşamımın iyi bir noktasındaydım. Zorla yediğim kahvaltıdan sonra ne televizyonu, ne de interneti açtım. Nedense dünyanın geri kalanından ayrık durma eğilimindeydi. Onun yerine sehpanın üzerinde duran dergilerden birisini aldım ve kahve eşliğinde onu okumaya başladım.

Yine beni huzursuzlaştıran bir duygunun içimde hızla yükselmesi ile kahveyi ve degiyi bir kenara bıraktım. Bilinç düzeyinde bir komut almadan bacaklarım beni yine yatağımın yanında duran pencereye götürdü. Elim bir kez daha cama uzandı. Gözlerim ise dışarıyı seyretmeye başladı. Bir an başımın döndüğünü sandım çünkü camın ardında duran manzara kendi içinde eğilip bükülüyor gibiydi. Kulaklarıma dolmaya başlayan uğursuz bir uğultuyla birlikte de sağlığımın pek yerinde olmadığını düşünerek endişelendim. Birkaç saniye boyunca kaslarım uyuştu, dengemi kaybettim ve ayakta durabilmek için kendimi iyice zorlamam gerekti. En sonunda kendime geldiğimde uğultu azaldı ve dışarıda eğilip bükülen, çarpık haller alan manzara da saniyeler içinde yine düzleşti. İçinde bulunduğum şartları hakkında emin olmak için dışarıyı izlemeye devam ettim ama ne görsel ne de işitsel boyutta sıradışı bir durum vardı. Günün ilerleyen saatlerinde bir sağlık birimine giderim diyerek kahveme ve dergime geri döndüm.

Gözlerim ve kulaklarım eski haline gelse de içimi karıncalandıran o huzursuzluk duygusu bir türlü gitmemişti. Kahvemden yudumlar alarak dergiyi okumaya çalışıyordum ama inanılmaz bir sessizlik çökmüştü ve bu yüzden dikkatim dağılıyordu. Ses çıkarırsam büyük bir sorun yaşayacağımı düşünüyordum. Sessizliğin kendisi uğursuz bir can kazanmıştı ve onun varlığı ile benim varlığım birebir çakışıyordu. Kahve kupasını elimde öylece tuttum. Dergiyi de sehpanın üstüne koydum. İç dünyamı kuşatan o kötü duyguya baştan teslim olup ayağa kalktım ve dışarıyı izlediğim pencerenin yanına geri döndüm.

Ne evin içinden ne de pencerenin dışından bir ses geliyordu. Mutlak bir sessizlik tüm dünyaya egemen olmuştu ve monoton seslerini çıkarmaya devam eden bütün cansız kaynaklar da onun bir parçası haline gelmişlerdi.

Sessizlik çok güçlü bir uğultu ve onu anlar sonrasından takip eden korkunç bir gürültü ile bozuldu. Manzarayı oluşturan binalar ve caddeler birde dalgalanmaya başladı. Gökyüzünün kendisinin görüntüsü bile puslanıyor, bulanıyor, bozuluyor ve hareketleniyordu. Bütün vücudum aynı anda karıncalandı ve hemen dengemi kaybettim. İçimde bulunduğum ev de dalgalanmaya, titremeye, sarsılmaya, mekansal olarak bozulmaya başladı. Kendimi saniyeler içinde nefesi kesilmiş ve konuşamaz, yardım çağıramaz bir halde buldum. Bedenimin her bir noktası o kadar soğuk, ekşi ve yoğun bir duygunun etkisindeydi ki sanki var oluştan siliniyordum. Sonrasında ise kozmik bir varlık devasa eliyle karnıma bir darbe indirmiş gibi hissettim ve her şey karardı.

Karanlık somuttu, katıydı, bir biçimi vardı, soğuktu ve bedenimi sıkıştırıyordu. İçime çektiğim her nefes ile birlikte ağzım, burnum, nefes borum ve ciğerlerim yanıyordu. Her soluk ile birlikte sonraki soluğu almam daha da zorlaşıyor, yaşadığım her saniye ile birlikte yaşamaya devam etmek daha imkansız bir hale geliyordu. Canlılığımın en derin diplerinden gelen bir his elimle, ayağımla, omuzlarım ile çevremdeki her şeyi ittirmemi ve bu karanlığın içinden ne olursa olsun çıkmamı söylüyordu. Bütün diğer duygularımı ve düşüncelerimi bastıran bu soğuk, baskın ve dinamik his, nasıl bir bedel ödeyeceğim fark etmeksizin yaşamaya devam etmemi haykırıyordu. Vücudumdaki her bir kas kütlesi bu güdüye teslim olmuş, egemenliklerini bu güdüye vermişlerdi ama üstüme çöken ağırlığa karşı uygulayabileceğim bir güç yoktu. İnsan bedeni böyle bir şey için yaratılmamıştı.

Bilinçaltı düzeyimde çalkalanan bu duygular ve düşünceler bütün telaşlarıyla beni sağ kalmaya, hareketlenmeye, eyleme geçmeye iterken bilinç düzeyinde bunun olasılıksızlığını biliyordum ve bilişsel dünyamın bu farklı katmanları arasındaki mücadele yüzünden soğuk karanlığın içinde giderek daha fazla ısınıp terliyor, daha hızlı soluk alıp veriyordum. Hem zihnimi hem de bedenimi parçalayan bu ayrılığa karşı bir direnç göstermeye çalışırken karanlığın dışından gelen boğuk sesler duydum. Bütün gücümle onlara bağırmaya, onlardan yardım istemeye çalışsam da boğazıma dolan tozlar yüzünden tek yapabildiğim içinde bulunduğum siyah hiçliğe öksürmekti. Yine de boğuk sesler giderek yaklaştılar ve yakınıma gelince hareketlerini durdurup heyecanla birbirleri ile konuşmaya devam ettiler. Onların konuşmalarını dinlemeye çalışsam da hiçbir şey anlamamıştım çünkü yabancı bir dili konuşuyor gibiydiler. Şu ana kadar daha önce hiç duymadığım sesler ve vurgular çıkarıyorlardı. Kurdukları cümlelerin yapıları öyle değişikti ki beni endişelendirmeye başlamıştı. Sağ kalım güdülerim ise bu sefer yerini çok daha baskın bir duyguya bırakmıştı. Bu duygu, tüm bu yıkım yaşanmadan önce, pencerenin karşısında dikilirken hissettiğim o ekşi ve kaşıntılı duyguydu.

Bu duygularla birlikte sessiz kalmaya çalışsam da boğazıma dolan tozlar beni öksürtmeye devam etti ve ben öksürdükçe seslerin heyecanı ve şiddeti daha da arttı. Duydukları heyecanın içindeki bencilliği sesince iyice korkmaya başladım ve onlardan uzaklaşmak istedim ama bu kara çöküntünün içinde gidebileceğim bir yer yoktu. En sonunda sesler iyice dibime gelince sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen karanlık üzerime düşen ışınlarla yarıldı ve ışınların arkasında gaz maskeleri ile dikilen iki farklı figür belirdi. Beni görünce daha da heyecanlandılar ve birbirlerine o heyecanla bir şeyler söylediler. Seslerin gaz maskelerinin ardından geldiğini biliyordum ama sanki aynı anda zihnimin içinde de yankılanıyorlardı. Duruma itiraz etmeye çalışacak olsam da bunu yapamadım, tamamen hareketsizdim.

Beni oradan çıkardılar ve bir ambulansın arka tarafına, bir sedyenin üzerine yerleştirip ellerimi ve ayaklarımı sedyeye bağladılar. Zaten bir elimi ve hareket ettiremiyordum, bacaklarımdan birinin de derisi olduğu gibi ezilmişti ama yine de beni bağlama ihtiyacı duymuşlardı. Bir süre aracın arkasında bu şekilde bekledim, sonra bu iki figür yine büyük bir heyecanla kapıda belirdiler ve taşıdıkları başka birisini yanıma koyup bağladılar.

Araç hareket etmeye başladı ve yolda vakit geçti. Biz iki kişi aracın arkasında dururken araç diğer ambulansların gittiği yönlerden ayrıldı ve öylece başka bir yola girdi. Araç devam ettikçe vardığımız yerlerin yapıları değişti, şehir merkezinden daha fazla uzaklaştık ve kıyıda köşede duran mahallelerin birisine geldik. Bu süre boyunca bizi oradan alıp araca bindiren iki kişi yine heyecanla ve ancak iştah olarak adlandırabileceğim bir duygula birbirleriyle konuşmaya devam ettiler. Böyle bir afette nasıl bu şekilde konuşabildiklerini düşünürken aracın arka kapısı açıldı ve üzerinde bağlı bir şekilde yattığımız sedyeleri aşağıya indirdiler. Tozların yaktığı ve sıyırdığı göz kapaklarımı açınca ve yanmakta olan gözlerimi çevirince ancak görebildim, herhangi bir sağlık tesisine gelmediğimizi.

Pas, küf ve kirliliğin kuşattığı tek katlı eski bir binaya getirilmiştik. Bizi buraya sürükleyenler sedyeleri içeri taşırken içinde bulunduğumuz bölgenin uygarlıktan ne kadar yoksun kalmış olduğunu ciğerlerime dolan tüm toza rağmen havadaki kokudan da anlayabiliyordum. Binanın iç kısmının tüm yapısal parçaları yerindeydi ama temizlik veya güzellik kavramlarından yoksun bir mekandı. İçeriye girdiğimiz gibi dış dünya ile olan bağlantılarımız olduğu gibi kesilmişti. Bambaşka bir dünyada bulunan bir yere gelmiş gibiydik. Tenime nüfuz eden soğuk hava, zihnime de tamamen yabancıydı. Yatay bir doğrultuda uzanan dar pencerelerin camları ise olduğu gibi kirlenmişti, dışarıdan içeriye veya içeriden dışarıya ışık sızmıyordu. Tüm aydınlatma, özensizce dizilmiş devrelerle birbirine bağlanan sıcak ve sönük tonlardaki lambalarla yapılıyordu.

Sedyeler en sonunda bir noktada hareket etmedi. Ne olacağı konusunda endişelenirken birden baş aşağı çevrildik ve bizi sedyede tutan bağlar çözüldü. Ezilen dokularım ve kolumda kırılmış veya çatlamış olan kemikler büyük bir acı ile sızlıyordu. Bu dayanılmaz işkence içinden daha çıkamadan, doğru düzgün ayağa kalkamadan arkadan bir ses geldi ve kafamı azıcık çevirmem ile gözümün ucuyla geriye bakmamla tellerden yapılmış bir kapının kapandığını gördüm. Çevreme biraz daha dikkat edince aynı tellerin kapının etrafından başlayıp düzgün olmayan bir şekil alarak etrafımızı sardığını gördüm. Tellerin iç tarafında ise bizim gibi yaralanmış, sakatlanmış veya baygınlık geçirmiş bir sürü insan sıkışık bir halde hapsedilmişti. Bir kısmı ise olduğu gibi hareketsizdi.

Duyduğumuz boğuk konuşmalar iyice açıkça duyulur şiddetlere dönüşünce tellerden dışarıya baktım ve bizi buraya getirenleri gördüm. Artık maskelerini çıkarmışlar, onların altında sakladıkları iğrenç yüzlerini göstermişlerdi. Bu şeyler insan olamazdı. Kaşlarının ortasından başlayıp burunlarından devam eden ve çenelerinde biten dikey çizgi iyice öne çıkmıştı. Gözleri iriydi, pörtlekti, yuvarlaktı. Burunları uzundu ve büyüktü. Ağızlarının kenarları ise yanaklarının ortasına kadar çıkıyordu. Bu halleri ile iyice heyecanlı oldukları görülebiliyordu. Bu tarafa baktıklarında ise bakışlarımı kafesin zeminine çevirdim. Gözlerimin böyle çirkinlikleri görmemesi gerekiyordu.

Yine de bu iğrenç varlıklar kafese yaklaştılar ve kapıyı açtılar. İçerideki bazı insanlar onlardan çaresizce yardım istese de büyük bir kısmı susmayı öğrenmişti, böyle varlıklardan medet umulamazdı. İğrenç şeyler içeriden birkaç insanı alıp bazı tekerlekli sandalyelere bağladılar. Hemen ardından onların yanına gelen diğer ucubeler ellerinde tuttukları hortumların uçlarındaki iğneleri bu zavallı insanların kafataslarına sapladılar. Hortumların diğer uçlarında ise testileri andıran yapılar vardı. Bu yapıların dış kısımlarında gezegen üzerinde daha önce hiç görülmemiş harfler ve simgeler vardı. Birbirine bir şema halinde bağlanmış bu simgeler, hortumun ucundaki iğnelerin oradaki insanların kafataslarına saplanması ile iğrenç niyetlerin habercisi olan sönük bir ışıkla parlamaya başladı. Sonra da bu insanlar neresi olduğunu anlayamadığımız karanlık odalara götürüldüler.

Oradan duyduğum sesleri anlatmanın ise hiçbir imkanı yok. Düş gücüm, bana bu insanların çığlıklar atmak istediğini ama fiziksel yapılarının o noktada buna imkan vermediğini söylüyor. Sinir sistemine doğrudan müdahale edilen deneysel kurbanlar gibi… Yine de o kafesten duyduğumuz bu sesler bir deneye ait değildi çünkü her defasında yeni birileri getirildiğinde ve kafesten başkaları çıkarıldığında dışarıdaki yaratıklar çirkin yüzlerinde büyük bir tatmin ve daha da büyük bir iştahla geri dönüyorlardı. Götürülen insanlar ise cansız bir halde geri getirilip kafesin dışında, karanlık bir köşede yer aldığını ancak gördüğüm bir yığının üstüne atılıyordu.

Böyle bir kadere sahip olmayacaktı. Ne yaparsam yapayım buradan kurtulmam gerekiyordu. Binanın altında kaldığım zaman beni yaşama tutunduran sağ kalma güdüm yüzünden çok daha kötü bir sonum olabilirdi ama yine aynı güdüler beni buradan çıkmaya yöneltecek bir çabaya itiyordu. İyice zedelenmiş bacağım ve hareket ettiremediğim bir kolum ile çevreye bakındım. İnsanlar olabildiğince kenarlara ve köşelere çekilmeye çalışıyordu fakat kafesin küçük boyutu yüzünden sıkışık bir halde duruyorlardı. Kenara doğru yoğunlaşan yığınların altında duran hareketsiz bedenleri görünce onların arasına saklanmak istedim fakat her an ezilme tehlikesi ile karşı karşıya kalırdım ve binanın altından çıktıktan sonra böyle bir şeyi baştan yaşamak istemiyordum.

Bu cansız bedenlerin bir kısmının tellerin dışına taştığını görünce ise tüm düşüncelerim değişti. Tellerin bazı kısımları yırtılmıştı ve bu kısımlardan bedenler dışarıya doğru sarkıyordu. İnsanlar bu noktaları fark edip hiç uğraşmamışlar mıydı yoksa çoktan çaresizliğe kapılıp kaderlerine teslim mi olmuşlardı bilmiyorum ama bir fırsat yakalamıştım. Hemen o bedenlerin arasına girdim. Cesetlerin üstünde durmaya çalışan insanlar yüzünden büyük bir ağırlık vardı, yine de ilerlemeyi başarabiliyordum. Kırık tel parçalarının derimi sıyırmasına rağmen kendimi dışarıya atabilmiştim.

Pörtlek gözlü ve yaratıklar benim çıktığımı fark etmemişlerdi, çok özensizce tuttukları esirlerine hiç dikkat etmiyorlardı. Kafesin büyüklüğünden ve bu yerin bakımsızlığından anladığım kadarı ile burada sürekli belirli sayıda insan tutuyorlardı ve bu sayı şu anki kadar yüksek değildi. Bir şekilde düzenlerini de kurmuşlardı yani her zamankinden daha farklı bir durum yaşanıyordu. Oldukça memnun oldukları bu durum onları bir rehavete kaptırmış olmalıydı ki bana bu kaçış fırsatını vermişti. Buna rağmen o çirkin ve pörtlek gözlerden bir çifti bu tarafa doğru baktığında büyük bir hızla kendimi karanlık köşedeki yığının içine attım. Bu tarafa bakan yaratık yığında fark ettiği hareketliliği incelemek için geldiğinde ise çok şiddetli acılarla ancak hareket ettirebildiğim bedenimi yavaş yavaş kenara ve daha da karanlığa doğru çektim. Ben karanlığın daha yoğun hiçliğine doğru kayboldukça zihnim de beni o binanın çöktüğü derinliklere götürmeye çalışıyordu. Yaratık iyice yaklaştığında ise olduğum yerde hareketsiz bir şekilde durdum. Belki onu kandırabilirdim, belki de kandıramazdım. Teslim olup çaresizce beklemekten her türlü daha iyi bir seçimdi.

Yaratık kollarını yığına doğru uzatıp oradan bir bedeni dışarıya çektiğinde dayanılmaz bir çığlık duyuldu. Dışarıya çektiği beden benim bedenim değildi ama yine de canlı birisine aitti. Oradan alınan kişi ses tellerini yırta yırta bağırdı, çığırdı, delirdi. Yaratıklara karşı fiziksel bir mücadele vermeyi denediğinde ise onu alıp yine içeriye götürdüler. Odada kalan diğer tek ucube de kafesten başkasını seçmek üzere tellere yönelince ben son hızla binanın dışına doğru koştum ve oradaki ambulansların birine atladım.

O ana kadar bana merhamitsizce bir oyun oynayan bu dünyanın tanrıları herhalde sıkılmış olacaklar ki aracın anahtarı üzerindeydi. Zedelenmiş dokularımın ve kolumdaki kırıkların yarattığı dayanılmaz ağrılara rağmen aracı çalıştırdım ve bütün gücümle gaza basarak oradan uzaklaştım.

Bu felaketin üzerinden uzun zaman geçti. Ölü ve yaralı sayısının üstünde bir kayıp sayısı da ortaya çıktı. Geride, kafeste kalan zavallılar gibi binlerce insan nereye gittiği bilinmez araçlarla ortadan kaybolmuşlardı. Ben ise onlara ne olduğunu biliyordum ama asla bunu söyleyecek cesarete sahip olamadım. O yere baştan dönmeye çalışmak ise ancak bir delinin işi olabilirdi.

Artık başka bir semtte, başka bir eve taşındım. Hala pencereden dışarı bakıp yaşanacak bir felaketi bekliyorum. Orada, dışarıda çok kötü şeyler var. En kötü afetlerde bile insanların çaresizliğini kullanıp kendi uğursuz, tekinsiz iştahlarını, arzularını, güdülerini doyurmaya çalışacak olan mide bulandırıcı çirkinlikte ucubeler var...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)