2- Kaşıntı (Spooktober '21)



Zihnimin duvarlarını hiç durmadan tırmalayan bir kaşıntı dadanmıştı bana. Günlük hayatımda işlerimi, etkinliklerimi bölüyor, odağımı bozuyor ve her neredeysem hemen oradan kaçmama neden olacak duyguları yaşatıyordu bana. Düşünce akışımda olmadık olayları, yerleri, isimleri kafama sokan, hiç bilmediğim yabancıların hikayelerini rızam olmaksızın bana anlatan bir ses irademe ve kararlarıma müdahale ediyor, karşılaştığım insanlara berbat şeyler yapmamı söylüyordu. Benim yerimde bilimsel düşünceden ve mantıksal çıkarımlardan yoksun biri olsaydı, kendisine bir şeytanın musallat olduğunu söylerdi ama böyle düşüncelere inanmayacak kadar iyi yetişmiştim. Ailem metafiziksel konulardan mümkün olduğunca uzak tutmuştu beni, böylece herhangi bir inancın veya mitolojik hislerin yüklerinden, dayatmalarından ve sorunlarından kurtarabilmiştim kendimi. Ne var ki son zamanlarda iç dünyamda yaşadığım bu büyük karmaşa yüzünden ailem de endişelenmişti ve şu ana kadar gösterdikleri duruştan çok farklı bir şekilde davranarak benim çok önemli bir yolculuğa çıkmam konusunda ısrar ediyorlardı.

Hayatım çoğunlukla Körfezkent’in büyük şehir düzeninin içinde geçse de çocukluğumun çok erken kısımlarına dair anılarım Bakırada’nın doğusunda yer alan Kumağzı kentine aitti. İmparatorlar Denizi’nin doğusunda yer alan Bakırada çok kadim bir yerdi ve bir sürü uygarlığı bünyesinde barındırmıştı. Kumağzı ise adanın en büyük yerleşimiydi. Büyük şehirlerle karşılaştırılamasa da İmparatorlar Denizi’nin önemli limanlarından birine ev sahipliği yapıyordu. Tarih boyunca bir çok halk gelip geçmişti bu eski şehirden ve bu halklardan bir tanesi de benim ailemin dahil olduğu soydu.

Kumağzı’nın terk ettiğimiz kısmı kentin diğer yerlerine kıyasla daha yeni bir kesimiydi. Harekattan yirmi yıl önce hızlı bir şekilde zenginleşen ve gelişen Derinköy, ondan önce kentin bir dış mahallesi, kent merkezine çok yakında konumlanan bir köy niteliğindeydi. Köy halkının herhangi bir sebep veya kaynak olmadan birden zenginleşmesi, köyün çevresine otellerin, bankaların, köşklerin dikilmesi ve köylüler ise şehirliler arasında biirden oluşan sınıf farkı ülkenin geri kalanını biraz tedirgin etse de para akışı devam ediyordu. Böylece kimse duruma müdahale etmedi. Olaylar ise Derinköy denen ama artık gelişmiş bir kent halini alan kesimin ülkeden özerklik talep etmesi ile tetiklendi.

Bağımsızlık talebinin detayları asla açıklanmadı ama köylülerin elinde hep çok ciddi kozlar olduğu, insanların ağzında dolanan söylentiler arasındaydı. Şehirlilerin bir kısmı köyün çok kadim bir kitaba rasladığını söylüyordu. İddialara göre bu kitap kutsal kitapların ilk dökümlerinden birisiydi. Köylüler bu kitabı dünyaya duyuracakları konusunda devleti sürekli tehdit ediyorlardı, eğer ki kendilerine özerklik verilmezse. Şehrin başka bir kısmı ise köylülerin inançlarını çok aykırı bir şekilde uyguladıklarını ve sapkınlığın denetlenemez boyutlara ulaştığını söylüyordu. Müzakerelerin iyice kızıştığı ve talepleri yerine getirilmediği için köy halkının eylemler yaptığı bir zamanda bir den savaş uçakları belirdi Derinköy’ün üzerinde, herkes de büyük bir telaşla oradan kaçtı.

Köyün kendi özel bir limanı olduğu için çok fazla kişi deniz yoluyla kaçmaya çalıştı, bunların büyük bir kısmı donanmaya takılsa da bir kısmı adadan ayrılmayı başardı. Bu kaçanlar arasında benim ailem de vardı. Ailemin ilk düşündüğü kaçış karadan olmuşsa bile ordunun Derinköy’ü kuşatmış olduğu haberi böyle çabaları hemen orada söndürdü. Yine de gizli tüneller aracılığıyla şehirden çıkabilen insanların söylentileri yayılıyordu. Tüm kaçabilenlere rağmen şehirde kapana kısılan çok ciddi bir köylü nüfusu oldu. Bu nüfusun bir kısmı etkin bir direniş göstermeye çalıştıktan sonra hemen bastırıldılar. Direniş göstermeye insanlara ise daha yumuşak cezalar verildi, bazıları da sorgulandıktan sonra hemen serbest bırakıldı.

Bir şekilde ben ve ailem Körfezkent’e yerleştik ama bazı sorunlar dadanmıştı başıma ve ailem de bu sorunların çözümü için Bakırada’ya, Kumağzı’na gitmem konusunda ısrar ediyordu. Orada Derinköy’e gizlice sızıp evimi bulmam gerekiyordu. Bunun nasıl bir çözüm sunabileceği konusunda onları çok ısrarlı bir şekilde sorgulasam da öğrenmem gereken şeylerin hepsini eski evimizde bulacağımı tekrar edip duruyorlardı. Yıllarca rasyonel düşünceyi savunan ve bana da bu düşünce sistemini dayatan ailemin böyle sebepsiz ve tutarsız ısrarları beni iyice sinirlendiriyordu ama kendi başıma da böyle bir çözüm bulamıyordum. Böylece şehirdeki işlerimi tamamladım, tüm hazırlıklarımı yaptım ve Derinköy’e olan yolculuğuma başladım.

Havalanından inip şehre giden araca bindikten sonra aracın penceresinden ada boyunca uzanan kırları ve kırların gerisinde yükselen Üçzirve Dağı’nı yol boyunca izledim. Ada florası düşündüğümden daha fazla kurumuştu. Bir zamanların yeşil kırları bir çöl halini almış, dağın kendisi ise yağmurun iç kısımlara gelmesine izin vermeyen bir duvar görevi görüyordu. Dağın eteklerinde bir zamanlar yaşam ile dolup taşan ağaçlar kurumuş bir haldeydi, ölüm için konulan dikilitaşları anımsatıyorlardı. Kumağzı’na olan yolculuk bir saat sürdü ve bir saat boyunca bana sadece bu boğuk ve donuk manzara eşlik etti. Şehre yakınlaştıkça içimde yükselmekte olan bir siren sesi de vardı. Yanına yaklaşmamam gereken bir yere gittikçe yaklaşıyordum.

Kumağzı’nın kendisi ise çok yerinde ve mütevazı bir şehirdi. Büyük şehir hayatından eksik kalan bir kısmı yoktu ama her şey çok daha küçük boyutlardaydı. Şehir insanının davranışları da çok rahattı, insanlar geçmişte olan olaylardan çok kopmuş bir halde yaşıyorlardı. Derinköy’e yaklaşırken kendimi çocukluk anılarımın arasında kaybolmuş bir şekilde buldum. Bu duygu ne sevebileceğim kadar tanıdıktı, ne de korkacağım kadar tehditkardı. Sadece farklı bir histi, çok yabancı geliyordu. İçimdeki bir boşluğun burada tamamlanacağını beklemiştim ama geçmişle bir olamıyordum. Bu tamamlanmamışlık düşüncesi ile devam ettim şehir içindeki yoluma ve sonunda kendimi eski okulumun yanında buldum. Artık çevresi teller ve barikatlarla sarılmış olan Derinköy’e buradan girebileceğimi düşünmüştüm.

Bakırada’nın askeri birlikleri bile çok rahattı. Dünyadan yalıtılmış olmak orduya bile bir rahatlık veriyordu ama Derinköy’ün bekçiliğini yapan birlikler gerçekten çok ciddi bir düzene sahiplerdi. Belli ki tüm bu ada düzeni içinde Derinköy onlar için çok önemli bir yere sahipti. Yakalanırsam başıma gelecekleri düşününce bir hayli korktum ama zihnimin içindeki kaşıntılar beni iyice yormuştu ve eski evime ulaşıp bu beladan kurtulacaktım. Bu yüzden okul yıllarında öğrendiğim bazı gizli yolların hala orada olduğunu görünce umutlandım ve hemen o yollar üzerinden içeriye sızmaya çalıştım. Eski Derinköy yerlileri bu yolları saklamış olacaklar ki askerler daha fark etmemişti.

Binaların bir kısmının harap bir halde olmalarına ve bölgenin de terk edilmiş olmasına karşın sokakların niteliği yapılarından ve tasarımlarından kendisini belli ediyordu. Geniş yolların her iki yanına dizilen yapılar çok yabancı ve çekici bir mimariye sahiplerdi. Patlamış sokak lambalarının direklerinin kendilerine has gotik biçimleri vardı. Yollar farklı bitkilerin ve heykellerin süslediği meydanlara çıkıyor, meydanlar da çok çeşitli mağazalar tarafından çevreleniyordu. Hayalet bir kent olmasına karşın sokaklarında yürüdüğüm bu mezar şehri hala bir şehir havası veriyordu, ben de bu havayı bütün yasımla içime çekiyordum. Burası gerçekten şehrin geri kalanından da üst bir sınıfa ev sahipliği yapan bir bölgeydi ve bu durum sokakların her bir detayından kendisini gösteriyordu.

Bu şehirde kısıtlı bir süre içinde de olsa gösterişli ve dolu dolu bir yaşam sürdürüldüğü çok belliydi. Her bir köşede farklı bir anı vardı. İşletmelerin içinden gelen kahkahaları, alkışları duyacak kadar zorlayabilirdim kendimi. Güçleri çoktan kesilmiş ışıklar gözlerimi alıyordu, insanların neşesi içime işliyordu. Bu şehirde bir yaşam vardı ve harekatın kendisi ile birlikte olduğu gibi donmuştu. İçimdeki bir ses bu yaşamı bir hareketle tetikleyebileceğimi, devam ettirebileceğimi haykırıyordu ama bu sesi görmezden gelmeye çoktan alışmıştım zaten. Bu hareketim nedeniyle boş pencerelerden bana bakıp tepkisizliğimi yargılayan gözleri hissedebiliyordum. İçimi kaplayan büyük bir huzursuzlukla beraber bu gözlerin bakışları altında askerlerin arasında yoluma devam ettim.

Bazı evlerin çok varlıklı asilzadelere ait olduğunu düşünmüştüm. Sahip oldukları duvarların yaptığı kıvrımlar, pencerelerin şekilleri, kapıların zamana karşı gösterdiği amansız direniş ve evin renklerinin bugün bile kendisini insan gözünün hakimi kılması unutulmaz detaylardı. Buna rağmen bu gösterişli evlerin bahçelerinden çıkan çiçekler, bitkiler ve ağaçlar köşkleri ele geçirmişti. Sarmaşıklar duvarları sarmıştı, küçük renkli taneler kocaman kümeler halini almış, bahçeler kendilerini bambaşka habitatlara çevirmişlerdi. Bir zamanlar dalları kırpılan çitler doğanın geçit vermez surları haline gelmiş, altlarında yaşayan başka canlıları himayelerine almışlardı. İnsanların boş bıraktığı evler sürüngenler, böcekler ve bütün diğer hayvanlar tarafından sahiplenilmişti. Bu şehir artık onlara aitti.

Evime doğru giden yolda yükselen otellerin boş odalarını, bankaların kapıları sökülmüş kasalarını, hiçbir şey üretmeyen fabrikaları seyredip hayrete düşerken birden güçlü bir el omzumu tuttu.

“Nerede gezdiğini sanıyorsun sen çocuk?”

Bu kişinin önce bir asker olduğunu sanıp paniklesem de sivil giysiler içindeki bir ihtiyar olduğunu görünce rahatladım.

“Endişe etme” dedi ihtiyar. “Seni gidip askerlere anlatacak değilim”

İhtiyarın kendisi burada görevli birisine benzemiyordu, bu yüzden o da muhtemelen izinsiz bir şekilde buradadır diye düşündüm. Delinin teki olmalıydı ama buraları biliyorsa belki işe yarar bir şeyler söyleyebilirdi.

“Tabi endişe edeceğin şey askerler değil burada ama sanırım senin zaten bundan haberin vardı” dedikten sonra sustu. Ceketinin içinden çıkardığı tütününü yakıp içine çekmeye başladı. “Neden kaçıp gitmediğini sorardım ama siman buranın insanına çok benziyor. Buranın derken de Bakırada’yı veya Kumağzı’nı kastetmiyorum. Derinköylüsün sen de”

“Sen de?” diye cevap verebildim ancak.

“Ben de öyleyim. Askerler burada nöbet tuttuklarını, bu köyün hala onlar tarafından denetimde tutulduğunu sanıyorlar. Yanılıyorlar. Hiçbir zaman öyle olmadı. Tabi burada benden başka bir simaya rastlayacağını da sanmam. Rastlamak isteyeceğini de düşünmüyorum” dedi ve öksürüklerle karışık kısa bir kahkaha attı. Ardından yüzü bir anda ciddileşti ve gözleri benim gözlerime kilitlendi. “Emin ol, öyle yüzler ile hayatının herhangi bir noktasında karşılaşmayı istemezsin”

“Neden?”

“Burada neler olduğunu biliyor musun?”

“Harekatı mı kastediyorsun?”

“Öncesini…”

“Köylülerin eylemlerini ve bölgenin özerklik taleplerini biliyorum”

“Hayır, talepler de eylemler de sadece dikkatleri başka bir yöne çekmek içindi”

“Ne demek bu?”

“Eylemler sırasında çok kötü şeyler yapılıyordu. Çok fazla kaynak toplanmıştı ve köylülerin bir kısmı bu kaynaklarını kullanarak büyük planlar yapacaklardı. Bütün adayı kendi soyları için bir yuva haline getirmeye çalışıyorlardı”

“Bölgenin kendisi neylerine yetmiyordu?”

Benim bu çıkışım üzerine ihtiyar yine öksürüklerle karışık bir kahkaha patlattı ve yine yüzü aniden ciddileşti.

“Tam olarak neden buradasın çocuk? Burada neyi bulmayı umuyorsun?”

“Bir kaşıntıya çare bulmayı”

“Ah. Peki o zaman ama lütfen şunu dememe izin ver. Bu kaşıntıya alışmak, kaşıntıya bulacağın cevabı öğrenmekten daha merhametli olacaktır. Harekatı bir özerklik talebi yüzünden yapmadılar. Hemen müdahale edilmesi gereken daha acil sorunlar vardı” dedi ihtiyar ve ağaç dallarının kapladığı sokakların birisinin ardından ortadan kayboldu.

İhtiyarın zihnime kazıdığı sözlerle birlikte evime doğru giden yola devam ettim. Bir yandan eylemler yapılırken bir yandan da yürütülen diğer olayların neler olabileceği kafamı meşgul ederken yolda yanından geçtiğim bir yapı dikkatimi çekti. Çok modern bir mimariye sahip yeni bir tapınak gibi görünüyordu. Etrafını biraz dolaşınca çok daha eski küçük bir tapınağın etrafına uygar bir çağda yapılan daha büyük eklemelerle bu hale gelmişti. Duvarları, taşları, ikonları, renkleri ve dekorları hala tutuyordu. Herhangi bir yağmalanmadan esirgenmesi beni hem memnun etti hem de huzursuzluk duygumu biraz daha yoğunlaştırdı.

Tapınağa olan ilgimi aşıp sonunda evime vardığımda ise çocukluk yıllarımdan kalan yarım kalmış duygular iyice coşup taşkın bir sel haline geldi. Farkında olmadan tüylerim ürperdi, gözleri doldu ve vücuduma bir ısı dalgası hücum etti. Yavaş, ağır adımlarla evimin kapısından içeri girdim ve bütün eşyaların, araçların, kapıların evden çıktığımız günkü halinde durduğunu gördüm. Bütün hareketlerimiz, düşüncelerimiz, kararlarımız, hislerimiz ve anılarımız zaman içinde donmuştu. Bütün şehri sarmış durumda olan düşler hayaletinin beni oluşturan parçasına ulaşmıştım artık. Böylece dolmuştu içimdeki boşluk ama zihnimin duvarlarını tırmalayan kaşıntı hala oradaydı.

Ailem buraya gelmemi istemişti ama buradan sonra ne yapacağımı söylememişlerdi. Evdeki her bir eşyayı karıştırmaya, incelemeye çalıştım. Bazen kuytu köşelerden çıkan böcekler yüzünden ürküyordum, bazen de olmadık yerlerden sürüngenler fırlıyordu. En sonunda ise sezgilerim beni evin evin tavanına yakın depolama için kullandığımız kısımlara getirmişti. Bu bölmelere daha önce hiç girmemiş olduğumu fark edip tırmandım. Ailem mi bu yerlere girmeme hiç izin vermemişti yoksa ben mi korkmuştum hiç hatırlamıyorum. Bölmeleri girdiğimde ise örümcek ağları ile kaplı bir boşluktan başka sadece tek bir sandık görebildim. Kilidi çoktan çürümüş olan sandığı açtığında içinde çeşitli kitaplar gördüm.

Kitapların bir tanesi kadim toplumların unutulmuş dilleri ve harfleri ile yazılmıştı. Açıklayamadığım bir sebepten dolayı bu harfleri okuyabileceğimi düşünsem de rasyonel bir şekilde çıkarabileceğim bir sözcük yoktu ama sanki içimde hissel bir anlam oluşturuyorlardı. Gözlerim ile bu yabancı ama bir o kadar da tanıdık gelen harfleri bir biri ardına takip ettikçe içimdeki kaşıntıyı bir yandan gideriyor bir yandan da daha çok güçlendiriyordum. Harfleri sezgisel bir şekilde okudukça içimde bambaşka duygular da uyanıyordu, herhangi bir insana çok yabancı gelen duygulardı bunlar. Okudukça okudum, bu duygular da ruhumun köklerine dokundukça egemenliklerini kurdular. En sonunda dayanamayıp kitabı kapadım ve aradan saatler geçtiğini fark ettim.

Zihnimin içindeki kaşıntı vücudumun geri kalanına da yayılmış gibiydi ve tenim, kemiklerin, gözlerim, dişlerim her yerim dayanılmaz bir şekilde haykırıyordu. Herhangi bir acı değildi bu ama kaşıntıdan başka bir türlü tanımlamam da imkansızdı.

Bu kaşıntı ile birlikte ve büyük bir merakla bir diğer kitabı açtım ve okumaya başladım. Bu kitap önce yine yabancı dil ve harfler ile başlıyordu ama bir noktada uygar toplumların uygar dillerine evriliyordu. Evrildiği biçiminden anladığım kadarı ile bir aileyi, soyu, soy ağacını anlatıyordu. Nereden buraya vardığımı anlayamayacak bir durumda kendi ailemi bulduğum bir yere gelmiştim. Kendi çocuk halimdeki resmime bakıyordum artık ve müthiş bir endişe ile soy ağacını bu sefer tersine doğru takip etmeye başladım. Önce anne ve babamın resimlerini gördüm, sonra büyük ana ve atalarımın… Soyda geriye gittikçe resimlerdeki yüzlerin biçimleri iyice yabancılaştı, çirkinleşti ve olduğu gibi bozuldu. Artık gözlerine baktığım kişiler herhangi bir insan varlığından yoksun yaratıklardı ama nedense yine bir şekilde bir o kadar tanıdık geliyorlardı.

“Senin ailendi demek” diye bir ses geldi arkadan ve yüzümü kitaptan arkama çevirince o sesin yine ihtiyara ait olduğunu gördüm. Ben ona baktıkça ihtiyarın da yüzünün biçimi bozuldu ve bu dünyaya ait olmayan şekillere, renklere büründü. “Senin ailendi bu köyün yaptıklarını orduya ulaştıran. Demek bu sayede şehirden çıkabildiniz”

Bir yandan yüzümün ve vücudumun her bir noktasının dayanılmaz bir şekilde yandığı kaşıntıya karşı koymaya çalışırken bir yandan da içinde bulunduğum durumun yarattığı korku ile bölmenin içinden çıkmış ve telaşla evden kaçmaya çalışıyordum.

“Onlar da kaçabileceklerini düşünmüşlerdi” dedi ihtiyarın arkadan gelen sesi.

Evden dışarı çıkarken daha fazla dayanamadığım duygular yüzünden ellerimle yüzümü, gözümü, tenimi kaşımaya, soymaya başladım. Ben kaşıdıkça dökülen derim ve tüylerimin yerinden bambaşka dokular ve organlar fışkırdı. Kaşıntı bütün hoşnutluk ve bulantı dalgası ile beni kuşatırken şehrin her yanından çıkan diğer şeyleri de gördüm. Binlerce yabancı figür, insan anatomisine aykırı biçimleri ile yapıların arasından çıkıyorlardı. Evlerin, otellerin, tapınağın, mağazaların pencerelerinden çıkan Derinköy yerlileri bütün iğrençlikleri ile benim etrafımı sarıyorlar, beni aralarına kabul ediyorlardı. Tüm bu durum yaşanırken ise askerler hala sokaklarda dolaşıyordu. Yerlilerin içinden geçiyorlardı, ne olduğunu, kimlerle yanyana durduklarını fark etmeden.

Kaşıntı ise en sonunda bitmişti.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)