11- Ölümün Dokuz Kolu Bölüm 2: Felaket (Spooktober '22)

  Zihnim vücudum ile kurduğu bağdan azat ediliyor, somut varlığını zerre zerre kaybediyordu. Ciğerlerim içlerine çektikleri havayı bırakmamakta inat edip zorlanıyor ve soluk almama izin vermiyordu. Gözlerimi açamıyordum, içine sıkıştığım soyut bir evren pençelerini büyük bir kararlılıkla üzerime geçirmişti. Bütün gücüm ile azıcık kalan yaşam gücüme tutunmaya çalışıyordum ama yaşamsızlığın engin boşluğunun gücü benim için fazlaydı. Bağırmak, çığırmak istiyordum fakat ne olduğunu bilmediğim güç ellerini boğazıma geçirmişti. Güneş doğuyor muydu, yoksa artık akşam mı olmuştu bilmiyordum çünkü çok uzun süredir uyuduğumu hissediyordum. Kulağıma çok baskın bir uğultu ve tırnaklarıyla insan zihnini kazıyan bir inleme aynı anda geliyordu. Parmaklarımı oynatmaya çalıştım, son küçük bir umut taneciğiyle parmaklarımı oynatmaya çalıştım ve en sonunda gözlerimi açıp ciğerlerimdeki havayı bıraktım.

Güneş doğmuştu, oda bomboştu. Dün gece nasıl bırakmışsam aynı şekilde duruyordu. Dışarıdan arabaların, inşaat işçilerinin ve komşuların sesleri geliyordu. Halsizliğimle yataktan kalkmaya çalışırken burnuma şehrin her yanından toplanmış kokular geldi. Dışarıda yaşam bütün dinamizmiyle devam ediyordu. Gözlerim penceremin doğrudan baktığı uğursuz Kargatepe’nin çürümüş binalarıyla karşılaşınca camı geri kapattım.

Başım çatlıyordu ve yorgundum, çok yorgundum. Saatlerdir uyuyordum ama dinlenememiştim. Kendimi yeniden yatağa atıp gözlerimi kapatasım vardı ama aynı zamanda da çok korkuyordum. Göz kapaklarımı indirir indirmez aynı kabusları göreceğimi düşünüyordum, böylece ayakta kaldım. Ne olursa olsun, ne kadar yorulursam yorulayım aynı durumun içinden yeniden geçmeyecektim. Ne olursa olsun.

Çabucak bir kahvaltı yaptım, çantamı topladım, hazırlandım ve aynı hızla dışarı çıktım. Sisli bir gündü ve hava çok keskindi. Serin rüzgarlar bütün öfkeleriyle yüzüme vurarak beni geriye devirmeye çalışıp duruyorlardı. Havanın tadında kokusunda bile farklı bir şeyler vardı. Güneş yanlış doğmuştu, bugün sanki tarihin içinde kaybolup gidecekti. 

Her defasında dışarıya çıktığımda sokakta hayvanlar görürdüm, insanlar sokak hayvanlarını beslerlerdi. Bugün ise tüm o hayvanlar saklanmıştı. İnsanlar da aynı şekilde huzursuz görünüyorlardı. Kimileri balkonlarından, pencerelerinden yoldan geçenleri izliyordu öylece. Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. O boş bakışlardan bu anlaşılıyordu. Sadece bekliyorlardı. Her neyi bekliyorlarsa gelip geçmesini arzuluyorlardı ama onlar da farkındaydı. Bugün olacak şeyleri ya kimse unutamayacaktı, ya da kimse ağzına almayacaktı.

Meydanköy üzerinden metroya binip Teknik Bilimler Enstitüsü’nün Vadi yerleşkesine gidecektim, iş yerim orada bulunuyordu. Bunun için de meydandan geçecektim. Meydanda toplanmış kalabalığı görünce alametlerden ilkini görmüş oldum. Metro girişine doğru tekil bir noktanın çevresine yığılmıştı insanlar. Kafalar dizisinin arasından ne olduğunu göremeyince bu sefer yavaşça insanları ittirerek merkeze ulaşmaya çalıştım. En sonunda bu insan yığılımının ortasında ne olduğunu görünce ise bir an nefes almayı unuttum. Genç bir kızın cansız bedeni, uzuvlarının çarpık olduğu bir biçimde yerde duruyordu. Kısa mor saçları dağ kültlerinin inançlarında kullandıkları simgeleri andıran bir geometri ile kazınmıştı. Omuzları çıkarılmıştı ve kolları hiç olmaması gereken bir şekilde yeniden konumlandırılmıştı. Gencin bacakları da sanki bacak değil de gövdesinden çıkan başka kollarmış gibi çarpıtılmışlardı. Berbat bir manzaraydı ama birileri çok özel amaçlarla böyle bir sapkınlık yapmıştı. Kızın yüz ifadesinde hem büyük bir acı, hem ölçülemez bir dehşet hem de sonsuz bir öfke vardı aynı anda.

Olduğum yerde donup kalınca gözlerim bu sefer gördüklerini farklı şekillerde yorumladılar ve bilincim bu cesedin çevresine başka şekiller çizdi. Cansız bedenin aldığı biçim aslında oluşturulmak istenen çok daha kapsamlı bir  tasarının parçası gibi görünüyordu. Kafamda kurduğum bu tasarıya baktıkça kendimi bir hipnozun içinde kaybedip ritimsiz ama yoğun davul seslerini duymaya başladım. Ben baktıkça davul sesleri yükseldi, somutlaştı ve önümde ölümle çizilmiş bu tasarı da gözlerime, bilinç katmanlarımın derinliklerine kazındı.

Metro treninin merdivenlerini kurbanın bedeninin oluşturduğu kötü şekli gözlerime getire getire indim. Onunla birlikte tamamlanan daha büyük biçim ise tünellerin duvarlarında, yanımdan geçen insanların gözlerinde ve de trenin içinden çıkarak geleceği, tünelin sonunu ele geçirmiş derin karanlıkta saklanıp beni izliyordu. Pusuya yatmıştı. Trenin ışığı bu karanlığı yarıp bana yaklaşınca bir anlık sahte bir huzur duygusu kuşattı beni ama vagonların hareketi ile titreyen, sallanan zemin üzerinde durduğum gezegene bile güvenemeyeceğimi fısıldadı bana.

Metro treninin koltuklarında otururken çantamı kucağıma aldım ve iki kolumla ona sımsıkı sarıldım. Çevredeki insanlarla kurabileceğim temaslardan olabildiğince kaçınmaya çalışıyordum. Tren bir istasyondan bir diğerine her geçtiğinde yaşam diyarının sıcaklığından mahrum kalıyor ve karanlık ölümün soğuk bakışlarına maruz kalıyorduk. Vagonlar tam hızla tünellerin içinden geçerken dışarıdaki karanlık da dış metal yüzeylere yapıştı ve bizi sadece siyah camın üzerinden yine bize bakan kendi yansımalarımızla bıraktı. O yansımada kendi yüzüme düşen dehşeti görünce anlık bir çığlık attım. Gördüklerimden ve düşündüklerimden bu kadar etkilenmiş miydim? Hayatın mutlak sonu geldiğinde bile yüz ifademin böyle zavallıca ve insanın ruhunu titreten bir form alabileceğini düşünmezdim. Şu gün içinde pek çok noktada olduğu gibi yine yanılmıştım. Basit, zayıf, ilkel insan aklım ancak bu kadarını alabiliyordu ve aldığı kadarıyla da yanılmaya çok eğilimliydi.

Tren vadi durağına gelince hızlıca dışarı çıkıp kendimi merdivenlere attım. İçimi işgal eden bu hislerle o basamakları koştura koştura tırmanmak niyetindeydim ama bedenim olduğu gibi çökmüştü. İştahım yoktu, kalbim damarlarım üzerinden beni boğuyordu ve kaslarım günlerce uykusuz kalıp savaş meydanlarında çarpışmışım gibi yorulmuştu. Yanımdan sayısız insan geçerken ben yine çantama sarılıyor ve bakışlarımı yere dikiyordum. Gözlerim yere bakmaya zorluyordu beni, yer ile, zemin ile, toprak ile alakalı çok yanlış bir şeyler vardı.

Aynı tuhaf his yüzeye çıktığımda da beni takip etti. Üzerine bastığım beton kütleler ile çimlik alanlar her an oradan kayıp gidecek ve beni sonsuz boşluğa bırakacak gibiydiler. Ağaçların kökleri tutundukları yerden sökülecekti, gök ile yer birbirine girecekti. Benliğimde güçlenen bu uyarı, bana sürekli tehlikenin daha da içlerine girdiğimi söylüyordu. Eve gitmeliydim ama eve  dönmek için metroyu yeniden kullanmam gerekti. Orada zihnimin bana kurduğu tuzaklardan sonra tünellere geri dönmeyecektim. İş yerime doğru devam ettim. Buralarda bir yerde evimdeymiş gibi hissedeceksem bu ancak orada mümkün olabilirdi. Yürüyüşümü sürdürdüm, her defasında bana ve insanlığa ihanet edeceğini bildiğim toprağın üstüne basa basa.

Ofisin yer aldığı merkezi binaya vardığımda, binanın önündeki küçük bahçede başka bir kalabalığın toplandığını gördüm. Hayır, bu olamazdı. İlk başta koşa koşa geri dönmek istedim ama o tünellerin karanlığı ile yüzleşebilecek kadar cesaretim yoktu. Sonra da çekine çekine kalabalığa yaklaştım. Bu sefer insanları ittirmeye, içeride neler olup bitiyor görmeye çalışmadım. Konuşulanları duyabiliyor, söylenenlerden olayın detaylarını çıkarabiliyordum. Yine birileri öldürülmüştü. Bedenleri berbat pozisyonlarda çarpıtılmış ve uzuvları doğal hareketleri ile ulaşamayacakları bir şekilde konumlandırılmışlardı. Birilerinin bunun bir tarikat işi olduğunu söylediğini  duydum. Artık hangi yozlaşmış inancın pençesindeyseler, böyle günahlar işleyecek kıvama gelmişlerdi ve istedikleri şeyleri hiç düşünmemek en iyisi olurdu.

Ofis binasına koşup masamda oturarak beklemeyi denedim ama evimin dışında kaldıkça başıma çok kötü şeylerin geleceği düşüncesini bir türlü zihnimden söküp atamadım. Sandalyeye oturmuş, kollarımla masaya yaslanmış bir şekilde otururken de gözlerim üzerimdeki yorgunluğa daha fazla dayanamayıp kapandı. Sabahki kabusum tam geri gelecekti ki içimde canlanan bir sağkalım güdüsü beni yeniden uyandırdı. Kızarmış gözlerimle aynı huzursuz halleriyle masalarına konmuş iş arkadaşlarıma ve binanın diğer çalışanlarına baktım. Bazıları yerinde duramayıp sürekli oraya buraya yürüyordu. Bazıları da inatla işlerine odaklanıyordu. O anda arkadaki birisinin tek başına bir asansöre girdiğini gördüm ama sanki trans halindeydi. Asansörün kapıları kapanırken de bakışları benim bakışlarımla buluştu önce, sonra da dehşete kapılıp ofisin geri kalanına baktı ve kapılar kapandı.

Yanımdan geçen bir çalışanın dizini benim masama çarpıp onu sarsmasıyla birden irkildim ve yerimden kalktım. O hala dizini tutuyor ve masaya lanetler okuyordu ama ben çoktan binadan ayrılıyordum. Metro trenini değil, otobüsleri kullanarak eve dönecektim. Açıkçası tünellerden daha güvenli değillerdi ve herhangi bir felaket senaryosunda yolun ortasında mahsur kalacaktım. Trafiğe takılırsa işler daha da kötüleşecekti ve felakete yakalanmam kaçınılmaz olacaktı. Aracın motorları eskiydi ve gövdesi çok da güven vermiyordu. Yol boyunca sarsıldı, çalkalandı ve beni sallayıp durdu. Sarsıldıkça felaketin giderek yaklaştığını seziyordum. Bir an önce evde olmalıydım canımdan önce aklımı kaybedecektim.

Eve geçer geçmez bilgisayarımı açtım, uyanık kalmak zorundaydım. Üzerimdeki yorgunluk ve uykusuzluk çok kötü düzeydeydi, her an çöküp gidebilirdim. Bedenim zaten çökmüştü, zihnim de onunpeşinden gitmek üzereydi. İnternete girip bugün şehirde bulunan bedenlere baktım ve cinayetler hakkında bir araştırma yaptım. Çevredeki tanıkların ifadelerine göre, gece vakitlerinde ilkel, vahşi tarzda cübbeler giyen insanlar sokaklardan geçmişler ve cesetlerin bulunduğu bölgede durmuşlardı. Önceki gece yaşanan elektronik arızalar nedeniyle hiçbir kamera görüntü alamamıştı ama bu okült insan yığınlarını gören tanıklar Kargatepe’ye kadar uzanıyordu. Cinayetleri işleyenler oradan çıkmış olmalıydılar. Artık güneşi kovalamış karanlık gökyüzünün altında çirkin ışık dansları yapan Kargatepe’ye baktım pencereden. Midem bulanınca ise gözlerimi hızla önüme çevirdim.

Araştırmama devam edince bu sefer şehirde başka cinayetlerin de işlendiğini gördüm. Bir tanesi Enstitü yerleşkesi olan Kızılkoğuş’taydı. Başka bir tanesi Körfez’in açıklarındaki Ada’daydı. Bu şekilde kentin her tarafında sekiz tane cinayet işlenmişti. Meydanköy, Vadi veya Kızılkoğuş gibi merkezi ve kalabalık yerlerde bu cinayetler önceki gece işlenmişken geriye kalan kurbanlar şehrin daha dış kısımlarında gün içinde öldürülmüşlerdi. Bu cinayetler hakkındaki ayrıntıları okuduğum sırada dışarıdan ani bir çığlık geldi. Yakından gelmemişti, mahallemin üzerinde durduğu tepenin karşısından gelmişti, Kargatepe’den. İki tepenin sırtı çok yakın ve karşılıklı durduğu için orada olan biten bütün berbat şeylerin seslerini evlerimizden duyabiliyorduk ve şimdi de böyle bir çığlık duymuştum. İçimdeki kadim bir bilgelik, bana bu çığlığın diğer seslerden daha farklı olduğunu söylemişti. Bu çığlık ayrıntılarını incelediğim cinayetlerin sonuncusuydu, kurbana aitti. 

Sabah meydanda gördüğüm cesedi ve zihnime kazınan tasarıyı baştan hatırladım. Bu yapı artık tamamlanmıştı ve kalbimin her atışında gözümün önüne gelip duruyordu. Her ne yaşanacaksa yaşanmak üzereydi.

Sabah kulaklarıma dadanan uğursuz inleme ve dehşet saça uğultu bir kez daha kendilerini gösterdi ama bu sefer benden kaynaklanmıyorlardı. Dışarıdan geliyorlardı.

Korku içinde pencereden dışarıya bakarken yorgunluk ve yıpranmışlığa sonunda istemeden de olsa teslim ettim kendimi. Öylece uyuyakaldım o gece ve önceki gün bana dadanmış olan kabusu bu kez daha yoğun, daha somut, daha gerçekçi bir şekilde yaşadım. Yine nefessiz kalmıştım, yine soyut bir diyara çekiliyordum. Kollarım bacaklarım yorgundu. Vahşi pençeler boğazıma sarılmışlardı, beni nefessiz bırakıp çığlık atmamı önlüyorlardı. Bir kez daha mücadele edip yaşama tutunmaya çalıştım ve bir kez daha gözlerimi açtım.

Sabah olmuştu, gün vaktiydi ama her şey değişmişti. Evin içine toz dolmuştu, duvarlar çatlamıştı, eşyalarım sağa sola saçılmışı. Ayağa kalkıp dışarıya baktığımda ise kırık camlarımın ardından o korkunç manzarayı gördüm. Şehir yıkıntılar içindeydi ama Kargatepe yerle bir olmuş ve kapkara bir yığın haline gelmişti. Bu yığının üzerinde ise cübbeli insanlardan en kötü biçimli şeytanlara kadar binbir art niyetli varlık dolanıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)