3- Metropoldeki Dehşet (Spooktober '22)

  Şehrin kuleleri, caddelerin kalabalığı ve trafik akışının gürültüsü bana hem bir huzursuzluk hem de bir yapay güven hissi vermişti. Göklere doğru yükselen yapıların ihtişamı, sokaklar boyunca birbiri ardına uzanan ve bitmek bilmeyen duvarlar ile dünyanın her daim döndüğünü bana sürekli hatırlatan şehir uğultusu sanki bu yapaylığın uzağında duran türlü türlü tehlikelerden beni koruyor gibiydi. İnsanların yaşamı hiç durmadan devam ediyordu, şehrin kendisinin de kendi kavrayışımın üstünde bir hayatı vardı. Uygarlığın anıtları olarak tepelerin, vadilerin ve körfezlerin üzerini dolduran bu beton örtünün, ilkel insanlara hükmeden vahşi doğayı bastırdığını ve bizleri gezegenin duygusuz karmaşasından ayırdığını düşünüyordum. Burada güvendeydik. Burada sade ve önemsiz yaşamlarımıza devam edebilirdik.

Çok sade bir günlük düzenim vardı. Sabah işe gitmeden önce uyanır, hızlıca hazırlanır ve ofise doğru yola çıkardım. Ana caddeler üzerinden, gökdelenlerin dibinden yürüyüşe geçer ve yarım saat olmadan ofise varırdım. 

Ofis geniş bir alanın içinde yedi sekiz kişinin birlikte çalışabileceği bir sürü masa vardı. Kutular gibi küçük çalışma alanlarına bölmek yerine ofisin tasarımını olabildiğince açık tutmuşlardı. Aynı tasarım ilkeleri ofisin her tarafına hakimdi. Daha özel ekiplerin masalarının olduğu ikinci kat balkonları bile yine ana salona bakıyordu. Birkaç yer hariç bütün odaların pencereleri dışarıyı görüyordu, onları ofisin geriye kalanından ayıran yapılar da beton bloklar değil, saydam kapılar ve duvarlardı. Böylece daha iç kısımlara da şık girebiliyor ve insanlar bunalmıyordu. Tavan ikinci katın da tepesinde başlıyordu ve yine özgür bir tasarım anlayışı ile bütün havalandırma sistemleri, ışıklandırmalar ve diğer donanımlar estetik bir uyum sağlayacak bir yöntem ile açık bir şekilde dizilmişti.

Kahvaltımı ofisin hemen yanında bulunan mutfakta hazırlıyor ve balkonun hemen dibinde yer alan, yeşilliklerle ayrılan kafeteryada yapıyordum. Pratik ve hızlı olan kahvaltıdan sonra da işime başlıyordum. Mesai bitiminden sonra üzerime çöken yorgunluğu iş çıkışında uğradığımız mekanlarda üstümden atıyor, altın güneş yerini gümüş yıldızlara bıraktığında da yine aynı caddeler üstünden, gökdelenlerin dibinden evime dönüyordum. Daha önce de dediğim gibi, sade, basit, önemsiz bir yaşamım vardı ve bundan memnundum.

O rahatsız edici yabancıl hissi birkaç hafta önce yaşamaya başladım. Sıradan günlük akışında tüm o insanların arasında, yoğun kalabalığın içinde yalnız hissederdim. Bu yalnızlık insanların getirebileceği yorgunluktan uzak, kişinin kendisine yer ayırabileceği bir yalnızlıktı ama birkaç hafta önce bu durum değişti ve artık yalnız olmadığımı hissettim. Caddeler üzerinden yaptığım yürüyüşler sırasında birilerinin veya bir şeylerin benimle birlikte olduğunu, daha doğrusu benim izimi sürdüğünü hissediyordum. İlk başta bu duyguya beni takip eden bazı insanların neden olduğunu düşünsem de bu insanların kim olduklarını bulamadım. Ayrıca caddeden ayrılıp eve veya ofise girdiğimde de aynı duygu kendini belli etmeye devam ediyordu. İlk kez bunu hissettiğimde sadece yaşadığım duygusal bir dalga, küçük bir değişim olduğunu düşünmüştüm ama aradan günler geçtikçe bu durum zihnimde çok daha baskın bir hâl aldı, hareketlerimi, davranışlarımı etkiledi. Beni her kim takip ediyorsa işini de çok iyi yapıyor olmalıydı çünkü boş ara yollara saptığım zamanlarda da kimseyi göremiyordum fakat o hissin varlığı devam ediyordu. Kendimi paranoyanın ve yorgunluğun içinde kaybetmemek için en sonunda rutinimi bozacak bir karar aldım ve bir tatile çıktım.

Farklı farklı kentleri ziyaret ettim, metropol hayatını bir süre için geride bıraktım. Günlük düzenimi çok özlüyordum ama aynı zamanda zihnimde bu yolla ihtiyaç duyduğu boşluğu yaşayabiliyordu. Yine de kentlerin dışına çıktığımda ve kendimi kırsal hayatın, dağların görkeminin, ormanların bilinmezliğinin yanında bulduğumda yine aynı tehditi görüyor, aynı duyguları yaşıyordum. Bu durumdan çok rahatsız olunca tatilimi yarıda bıraktım ve şehrime, hayatıma geri döndüm.

Geri dönünce bir süre boyunca o tuhaf duyguyu hissetmedim ve gerçekten eski huzurlu yaşamıma geri döneceğimi sandım. Ne var ki bu sefer zihnim bana başka oyunlar oynadı. Ekranlarda, panolarda, telefonlarda tuhaf biçimler görüyor, uykumun ortasında gece yarısında açıklayamadığım fısıltılar ile uğultular duyuyordum. Bazen ofiste orada olmayan insanların hiç yapmadıkları hareketlerini göz ucuyla yakaladığımı düşünüyordum. Bazen de evime daha yeni gelmişken kapının hafifçe çaldığını sanıyor, onu açınca da boşluk ile yüz yüze kalıyordum. Peşime düşen avcı beni inatla takip etmeye devam ediyordu. Onunla karşılaşacağım zaman ise giderek yaklaşıyordu.

Artık işime giderken ve evime dönerken iyice geriliyordum. Yürürken gözlerim bir oraya bir buraya bakıyordu, araba kornalarını, insanların bağırışlarını, inşaat seslerini duydukça bir yırtıcının sesine tepki veren zavallı bir hayvan gibi davranıyordum. Attığım adımlar düzensizdi, ayaklarım sürekli bir yerlere takılıp duruyordu. Omuzlarım çökmüştü, kollarımı birbirinden ayırmıyordum. Uyku düzenim bozulmuş, evdeki hayatım bile kaygılarla dolu bir kabusa dönüşmüştü. Kendimi bu yıpratıcı ve zavallı yaşama teslim etmiştim. Direnme gücüm aradan geçen her gün ile biraz daha tükeniyordu ama bu konuda yapabileceğim bir şey de yoktu.

Paranoya ve şüphe ruhumu bütünüyle kuşatmıştı. Caddelerde dolanırken koca kulelerin cam duvarlarından yansıyan soyut şekiller görüyordum. Bu şekillere dikkatimi verdikçe düş gücüm onların birer varlık olduklarını söylüyordu. Berbat bir alışkanlık ile ben de bu varlıkları izlemeye devam ediyor ve onların içimde yarattığı dehşetin sürüp gitmesine izin veriyordum. Bu varlıkların biçimsiz gözleri ile beni izlediklerine yemin edebilirdim. İş çıkışlarında artık arkadaşlarımla beraber başka yerlere geçmiyor, doğrudan eve dönmek istiyordum ama bu durumun da bana getirdiği herhangi bir şey yoktu. Kışa yaklaştıkça gün içindeki hakimiyetini artıran karanlık saatlerde, eve dönüş yolculuklarımda beni geriden uzak bir mesafeden takip eden arabaları seçebiliyordum. Bu arabaların ışıkları, gecenin ışıksızlığında yırtıcı büyük kedilerin parlayan gözleri gibi beni izliyordu. Gündüz vakitleri ise gökdelenlerin üzerinde gördüğüm yansımalar beni uzun ağaçlar arasından beni bitmek bilmez bir açlıkla takip eden devleri andırıyordu. Kalabalıkların arasında, insan kütlelerin ardında yine insan formuna bürünmüş gölgeler de bana giderek daha fazla yaklaşıyorlardı. Bana dananmış olan bu yabancıl güç bütün kozlarını kullanarak hayatımı dört bir yandan sarmıştı. Üzerime saldıracağı zaman evimden başka kaçabilecek bir yerim kalmayacaktı. 

Uykusuzluğum zaman içinde daha da kötüleşti. Hiçbir şekilde dinlenemediğim için de evimin dışında geçirdiğim vakit boyunca bir hortlak gibi hareket ediyordum. Bu durumun kendini en net gösterdiği nokta bir gün ofiste uyuyakaldığım anda oldu. Kendime gelince herkesin çoktan oradan ayrıldığını ve kocaman yerde yapayalnız kaldığımı gördüm. İkinci katın çıkıntıları, avcıların benim üzerime atlayacağı tepeler gibi görünüyordu. Yüksek tavandaki dolaşım sistemleri ise sanki es estetiğini olduğu gibi kaybetmiş ve birbiri üstüne dallar ve sarmaşıklar gibi binip dolanmıştı. Ofisteki ışıklar sönmüştü, içeriyi sadece dışarıdaki sokak lambalarından giren sönük ışınlar aydınlatıyordu. İşte bu ışınların ara ara kesildiğini ve bu kesintilerin bana doğru hareketlendiğini anladığımda hemen masaların birinin altına saklandım. Açlık çeken varlık sonunda beni bulmuştu ve avını tüketmek üzere harekete geçmişti.

Ofisin içinde hiçbir şeyi tam olarak göremediğimden masaların altından sürüne sürüne ilerledim ve çıkış kapısını bulmaya çalıştım. Bu saatlerde burada hiç kimsenin olmaması da ayrıca tuhaftı çünkü geç vakitlerde çalışmaya kalan birkaç kişi illa ki olurdu. Gölgeler ve doğal durmayan loşluklar yer değiştirdikçe kulaklarıma yine aynı uğultular hücum etti. Bu uğultular da tıpkı onlara neden olan sahipleri gibi çevremde dolanıp duruyorlar ve beni tüketmeye çalışıyorlardı. Nihayet kapıya ulaştığımda mutlak bir çaresizlik tüm vücudumu kapladı çünkü kapıyı kapatıp kilitlemişlerdi. Başımı yavaş yavaş ve titreye titreye geriye çevirip beni takip eden gölgeleri aradım. Ofis kapkaranlıktı ve olduğu gibi donmuştu. Peşimdeki dehşeti görememem beni daha da tedirgin etti ama onu ararken şans eseri gördüğüm bir pencere bana bir zerre olsun bir çare sundu. Pencere aralık bırakılmıştı ve dışarıda çok dar bir balkona çıkıyordu. O balkona çıkabilsem riskli manevralarla bir ihtimal ana çıkışa giden boş başka bir bölüme ulaşabilirdim.

Eğile eğile uzun ama sessiz adımlarla bir masanın arkasından başka bir masanın arkasına geçerek pencereye doğru hareketlendim. Sanki ben bu kaçışı denerken dışarıdan içeriye giren ışıklar da iyice sönmüştü ve ofisin içindeki karanlık iyice somutlaşmıştı. Gözlerim iki adım ötesinden başka hiçbir şeyi görmüyordu ve o gölgelerin içinden üzerime fırlayacak bir şey varsa bile bunu göremiyordum. Hareketime çaresizce devam ettim ve tam elimi pencereye attığım sırada yine o uğultuları ve o uğultuların beraberinde getirdiği  doğal olamayacak kadar ritimsiz sesleri duydum. Ofisin içindeki bir şey koşturmaya başlamıştı ve benim üzerime geliyordu. Kollarım ile bütün gücümü kullanarak vücudumu yukarıya, pencereden bırakılan dar boşluğa çektim ve oraya sıkışmamak için göğsümü, karnımı, bacaklarımı eze eze kendimi dışarıya ittirdim. 

Ofis çok yüksekte konumlanmamıştı ama buradan aşağıya atlamak çok riskli olurdu. Dar balkonda, ofisin dış duvarlarına yaslana yaslana ilerledim. Dışarısı karanlık değildi, sokaktan gelen ışıklar, burayı yukarıyı da bir dereceye kadar aydınlatıyordu. Balkonda ilerlerken içerideki şeyin beni dışarıya takip etmediğini fark ettim. Duvarın içinden geçmeye çalışarak mı beni alt edecekti? Yoksa tüm bu paranoya bana fazla mı gelmişti? Yavaş yavaş adımlarımı atarken karşı binanın duvarındaki yansımayı gördüm. Bu sefer biçimsiz soyut bir görünüm değildi, insan formunu beceriksizce taklit eden dev bir varlığa aitti bu yansıma ama yine de öncekiler gibi görünmüyordu. Saki bu yansıma doğrudan o varlığa ait değildi, sanki başka bir şey üzerinden o duvara yansıyordu. Bir an için bu görüntünün kaynağını çevrede arayacak olsam da korkunç gerçek sonradan kendini belli etti. Karşı binanın duvarlarındaki varlık, doğrudan yansıyan bir görüntüydü. Gerçek varlık ise şu an çevresindeki balkonlarda dolandığım binanın duvarlarında olmalıydı. Gözlerimi bu kez kendimi yaslamış olduğum cam duvarlara çevirince devasa bir gölgenin içinde yer aldığımı fark ederek öylece kalakaldım. Dev varlığın çirkin gözü bina yüzeyinde gezdikçe oradan çıkan sönük uğursuz ışık da bir oraya bir buraya çevriliyordu. Gözün kendisi ise beni aramak için çizdiği daireyi beni bulamadıkça daha fazla daraltıyor, beni giderek daha fazla sıkıştırıyordu. Bu şekilde binanın çıkışına ulaşmam imkansızdı. Göz bana iyice yaklaşınca ben de hiç düşünmeden aşağıya atladım ve cadde boyunca koşturdum.

O berbat devin beni takip edebildiğine emindim ve ondan kaçabilmem çok zordu. Ben de aklıma gelen ilk çözümü uygulayarak kendimi metro durağına attım. Yer altında öyle bir şeyin yakalayamayacağını düşünüyordum. 

Çılgınca metro merdivenlerinde koştuktan sonra içerisinin çok aydınlık ve dolu olduğunu fark ettim. O zaman yukarıdaki tüm o karanlık ve ıssızlık nasıl var olabilmişti? Ben nasıl bir belanın içine düşmüştüm? Kalabalığı yara yara bir an öce trene ulaşmaya çalıştım. Artık eve gitmek ve bir daha dışarı çıkmamak istiyordum. En sonunda tren tüneline vardığımda metro da yeni yeni yaklaşıyordu durağa. Sabırsızca onu beklerken bu sefer trenin pencerelerinden 

yansıyan başka biçimleri fark ettim. Daha önce caddenin kalabalığında, insanların arasında saklanan karanlık figürlerdi bunlar. Hemen arkamı dönüp orada olup olmadıklarına baktım ama orada değillerdi. Yine önüme döndüm. Tren hızla ilerledikçe ve pencereler birbiri ardına geçtikçe karanlık figürlerde arkamdan bana yaklaşıyorlardı. Yine arkamı döndüm, arkada yine kimse yoktu. Son bir defa daha baktım yavaşlamış metro treninin pencerlerine, kimse yoktu bu sefer yansımalarda. Rahatlamıştım. O yeni yakaladığım huzurla çevreme bakınca etrafımın bu karanlık figürlerce sarıldığını gördüm. Anlık bir irkilme ile geriye doğru sıçrayıp trene çarpınca bilincim olduğu gibi karanlığa gömülecek oldu.

Yerden kalkmaya çalışırken alnımdan süzülen kanlar durağın zeminine damlıyordu. İyice yorulmuştum, binadan atlayıp kendimi sakatlamıştım ve şimdi de trene çarpmıştım. Fiziksel olarak çökmek üzereydim. Kafamı kaldırıp çevreye bakar bakmaz yüzüme doğru uzanan eller görünce çığlığı bastım ve indiğim merdivenleri koştura koştura ayağımı dizimi çarpa çarpa geri çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz da bu sefer kocaman gökdelenlerin arasından ilerleyen devasa gölgeleri gördüm, binaların arkasından gözlerini ve kollarını çıkarıyorlar, bana doğru harekete geçiyorlardı.

Vücudum bütün gücüyle kaçmaya çalıştı ama zihnim daha fazla dayanamayıp hiçliğe bıraktı kendisini. 

Gözlerimi yeniden açtığımda bu kez gökyüzüne bakıyordum, etrafımda bana uzanan başka kollar, bana bakan başka gözler vardı ama artık ne fiziksel bir gücüm ne de zihinsel bir direncim kalmıştı. Derin derin nefesler alıp durdum ve korkunç kaderimi bekledim.

O kader asla gelmedi.

Çevremde benim gibi insanlar vardı, gölgeler orada yoktu. Bana ne yaptılar, nasıl bir hale düştüm bilmiyorum. O günden sonra her şeyimi anında geride bırakarak küçük bir kente taşındım. Artık evden çalışıyorum, alışverişimi eve sipariş vererek yapıyorum, çöplerimi kapıcıma bırakıyorum. Ne dışarı çıkıyorum, ne de penceremi açıyorum. Artık daha da basit, daha da ilkel ve daha da önemsiz bir hayat yaşıyorum. Karanlığın hakim olduğu bir ormanda yaşamaktansa kendi sıkışık mezarımda hayatımı sürdürüyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)