9- Göz (Spooktober '22)
“Göz dediğimiz nesne aslında siyaha yakın bir tona sahip neredeyse pürüzsüz bir küre. Boyutları bir insan gözü ile bire bir, ki adı da bu kıyaslamadan geliyor. Neredeyse pürüzsüz diyorum çünkü parmaklarımı kürenin üzerinde gezdirdiğimde yüzeyde hissedebileceğim en küçük pürüzleri hissettiğime yemin edebilirim. Her defasında yüzey kusursuzmuş gibi geliyor ama aradan anlar geçince sanki kürenin üzerinde en küçük boyutlarda zerreler çıkıyor. Bir süre sonra anlıyorum ki bu zerreler gözün üzerinde zaten en başından beri vardı. Kürenin rengi de aynı şekilde kafa karıştırıcı. Neredeyse kozmosun derin hiçliklerine açılır gibi kapkara görünüyor ama o hiçliğe baktıkça morun çok koyu tonlarının içeride yavaşça, gerçekten çok yavaşça hareket ettiğini görüyorsunuz. Bu mor lekeler bir an sonra yine yoğun karanlığın içinde kayboluyorlar, insanın algısı ile oyun oynuyorlar.
Kürenin çok eski ve ilginç bir geçmişi var. Okült çevrelerde bile gizlice, korku içinde kulaktan kulağa anlatılan efsanelere göre küre her zaman birilerinden çalınıp durmuş, gerçek sahibi asla öğrenilememiş. Gözün tarihte ilk olarak göründüğü zaman ise İsimsiz Keşiş’in seyahatleri sırasında. Söz’ün Anahtarı’nın da üzerine temellendiği İsimsiz Yazmalar’ı yazdığı sırada keşiş bazen elinde bu küre ile görülüyormuş. Onun ölümüyle küre de ortadan kaybolmuş, ta ki Çöküş Dönemi’ne kadar. Kayıtlara göre saraya gelen bir ziyaretçi küreyi padişaha hediye olarak vermiş, o da küreyi görür görmez bu hediyeyi kabul etmiş. Zaten iki yıl bile süremeyen iktidarındaki deliliği, bu hediyenin geldiği tarihlerle örtüşüyormuş. Öldüğünde gizlice defnedilmiş ve mezarı kimseye gösterilmemiş. Saray çevresindeki söylentilere göre padişah aslında ortadan kaybolmuş ve bir daha bulunamamış. Göz de onunla birlikte bir daha görülmemiş.
Gözün tekrar gün yüzüne çıktığı zamanlar bu sefer Büyük Savaş ve Cumhuriyet yıllarına denk geliyor. Siskoyu’ndaki bir pazarda iki balıkçının arasında geçen kavganın sebebi kürenin kendisi. Neredeyse ölümüne sürdürdükleri bir kavgaymış bu ama güvenlik güçleri iki tarafı ayırmış. Gözün olayın içindeki rolünü de aynı güvenlik güçlerinin raporlarından öğreniyoruz. Balıkçıların ikisi de gözü bulan ilk kişi olduğunu iddia ediyormuş ama tuhaf bir biçimde iki hikaye de birbirinden çok farklı. Bir tanesi küreyi koya açıldığı sırada denizde bulduğunu söylemiş, diğeri de şehrin kurulduğu Karaboğa Dağı’nın eteklerinde yer alan mağaralardaki eski manastırlarda görüp aldığını iddia etmiş. Küreyi elime aldığımda çok ağır değildi ama o boyuttaki bir nesnenin su yüzeyinde yüzemeyeceği kadar ağırdı.
Olayın tuhaf taraflarından birisi balıkçılardan birisinin cinayeti. Gözü manastırda bulduğunu söyleyen balıkçı, evinde vahşice öldürülmüş. Evine zorla giren kimseye dair bir iz yok, komşular da aynı şekilde eve girip çıkan birisini görmemiş. Tanıkların söylediğine göre balıkçı kapısı penceresi kapalı bir şekilde evinde oturuyormuş, en azından öyle düşünmüşler. Olay yerinde inceleme yapan müfettişler cinayetin kesinlikle evin içinde işlendiği kanısına varmışlar ama katil bulunamamış. Diğer balıkçının şüpheli olduğu bariz bir durummuş ama onun komşularının söylediğine göre o da evinden hiç çıkmamış. Şehrin içinde onu gören başkaları da olmamış. Şehrin kanun güçleri diğer balıkçıdan şüphelenmeye devam etmişlerse de bir şey değişmemiş.
Balıkçı günlerce evde oturup durmuş, tıpkı öldürülen gibi. Işıkları açmamış, hiçbir şekilde dışarı çıkmamış, kapı ve pencereler kapalı kalmış. İnsanların söylediğine göre evden hiçbir ses gelmiyormuş. Yaklaşık iki hafta sonraki balıkçının evden çıktığı geceye kadar bu durum hiç değişmemiş ama o gecenin öncesinde komşulardan birisi evde başka birilerinin de olduğuna yemin etmiş. İçeridekilerin balıkçı ile olan konuşmalarını duyuyormuş ama hiçbir şey anlamıyormuş. O güne kadar hiç duymadığı yabancı bir dilde konuşuyorlarmış. Siskoyu gibi tarikatların ve okült inançların bu kadar yoğun olduğu bir kentte böyle bir durum çok normal ama balıkçının o ana kadar başka bir dilde konuştuğuna da kimse şahit olmamış. Konuşmaların kesildiği anda da balıkçı yıldırım hızıyla evinden çıkmış. Sokaklar boyunca hızlı hızlı yürümüş, kimseye bakmamış, hiçbir yerde durmamış ve de eğer insanlara inanılacak olursak hiç göz kırpmamış. Bazılarının dediğine göre de yol boyunca çok sessizce fısıldamaya devam etmiş. Hangi dilde konuştuğunu çok anlayabilen birisi olmamış.
Balıkçı rıhtımda teknesine varınca orada onu tanıyan başka bir balıkçı onunla konuşmaya çalışmış ama bir sonuç alamamış. Şüpheli balıkçı evden çıktığı hızla teknesine atlamış ve koyun içine doğru açılmış. Rıhtımda duran ve olaylar ile dedikoduların boyutlarını da bilen diğer balıkçı hemen kendi teknesini hazırlayıp onu takip etmiş. Şüpheli balıkçı koyun iyice içlerine kadar ilerlemiş, sonra da teknesini durdurmuş. Onu takip eden balıkçı bu duruma şaşırmış, çünkü teknenin durduğu nokta, önceki günlerde bir yakıt tankerinin battığı noktaymış, yani su yüzeyi boyunca kimyasal kütleleri yayılmış. Balıkçı bir elini açınca orada duran siyah bir cisim görünmüş, muhtemelen küre. Balıkçı onu birden suyun içine atmış ve tekneden aldığı bir meşaleyi yakıp su yüzeyine yakın tutarak dakikalar boyunca kürenin koyun derinliklerine doğru batmasını seyretmiş. Diğer balıkçı yakıtın alev alacağından korkup teknesini yeniden harekete geçirecekmiş ki balıkçı kendini bırakıp kürenin ardından denize batmış. Vücudu önce alev almış, sonra da koyun derinliklerinde kaybolmuş.
Bu noktadan sonra kısa süreli yüzeysel bir çalışmadan sonra çok bir şey yapılmamış ama sonraki yıllarda koyda yine farklı farklı tekneler kaybolmaya başlayınca konu yine gündeme gelmiş. Tabii o günden sonraki olaylar bizim odak noktamız değil, Siskoyu yönetimi kendi içinde olaylarla ilgilenmiş. Küre ile alakalı söylentiler yine bu noktada kesilmiş.
Aradan geçen on on beş yıl içinde göz hakkında bir ses çıkmamış, en azından kayıtlarda hiçbir şey yok. Bu sessizlik döneminden sonra ise Avrupa’daki askeri kayıtlarda yer alıyor. Kayıtların girildiği yıllar Avrupa’nın savaşlarla ve kırımlarla ezildiği zamana denk geliyor. Gözün bazen bir askerin elinde, bazen de esirlerin üstünden çıktığını görüyoruz. Zaman zaman toplama kamplarındaki insanların eşyaları arasında ortaya çıkıyor. Tüm bu kaos sürecinde göz tek bir kişinin elinde mi taşınıyordu yoksa bir sürü insan arasında mı el değiştirdi bunu belirleyemiyoruz. Bildiğimiz tek bir şey var, gerek askerlerin gerek de ölülerin elinde bulunurken, küre her zaman daha karanlık inançların odak noktasında oluyor. Art niyetli yozlaşmış planlar peşinde koşan topluluklar için kutsal bir nesne miydi yoksa savaşın kurbanlarının intikam için peşine düştükleri lanetli bir araç mıydı, çıkarım yapmak zor.
Savaşlardan sonra kıtada yayılan pek çok gizemli grubun yazmalarında yine göze atıfta bulunan söylemler var. Aynı şekilde farklı tarafların ve kurumların görsel sembolizminde yine küreyi bol bol görebiliyoruz. Savaş sırasındaki olayların veya o esnada küre ile alakalı inançların savaş sonrasının dünyasında kendine yer bulması çok olası. Fakat göz ile alakalı gruplar arttıkça ve uygulamalar somutlaştıkça her şey tuhaf bir şekilde daha da puslanıyor. Çok fazla insanın kaydı birden bitiyor ve bazı yerlerde de toplu ölümler gerçekleşiyor. Sonra altmışlarda göz yeniden ortadan kayboluyor.
Sonraki yarım yüz yıl boyunca tek tük ayrıntılarda göze yeniden rastlayabiliyoruz ama önceki durumlardaki kadar büyük bir olay veya referans yok. Yetmişlerde Utku Işık adlı bir yazar hikaye taslaklarında gözden bahsediyor ama sonrası için bir şey yok. Bu yazarın yine gizemli koşullarda ortadan kaybolduğunu söylemekte fayda var ama bu kayboluşun küre ile olan bir bağlantısından bahsedemem. Yine doksanlarda bir matematikçinin denklemleri ve şemalarında göze yöneltilen kısımlar var ama ne oldukları, en anlama geldikleri çözülemiyor. Küreye dair izler de işte bu kadar. Ta ki otuz yıl sonrasına, onu üç diğer arkadaşıyla birlikte çevresine oturdukları yuvarlak masada, babamın elinde görene kadar. Eğer ki bu bilgiler o zaman da elimde olsaydı, bu tek ziyaretimle kalmazdım ama bilmiyordum.
Bilmiyordum, araştırmadım ve olaylar kendi çarpık akışıyla gelişti. Babamdan uzun bir süre ses alamayınca annem beni aradı ve araştırmaya böyle başladık. Haftalar sonra ise babamın o masadaki arkadaşlarının bir tanesinin komşusu, evden gelen ürkütücü sesleri ihbar etti ve böylece buradayız. Komşunun söylediğine göre içeriden yabancı dillerde söylenen ve insanın ruhunu tırmalayan ilahi sesleri geliyordu, gecenin bu kadar geç bir saatinde böyle gürültüler gelince komşu, kapıya dayanıp sertçe uyarmak istemiş ama yine kapının arkasından gelen ve onun sözleriyle kesinlikle bir insana ait olamayacak gürlemeler duyunca korkarak evine geri dönüp ihbar etmiş.
Cesetler yuvarlak bir masanın çevresine dizilen sandalyelerin üzerindeymiş. Dört sandalye birbirine bakacak bir şekilde dizilmiş. Masanın tam ortasında ise küre duruyor. Bir süre küreyi orada bıraksak da daha sonra incelemek ve araştırma yapmak için yanımıza aldık. Cesetler bir süredir orada duruyor olsalar da çürümemişler, hatta mumyalanmış gibi duruyorlar. Otopsiye göre bir tanesinin ölüm sebebi onu içeriden tüketen bir parazit. İlk önce kafasından tüketmeye başlamış sonra yavaş yavaş karın boşluğuna doğru ilerlemiş. İşin asıl tuhaf kısmı ise parazit canlının kendisinin bulunamaması. İzleri takip edildiğinde herhangi başka bir çıkış yok. Ancak geldiği yerden geri dönmesi bu durumu açıklıyor, ki pek olası bir senaryo değil.
Bu kurbanın karşısında oturan diğeri cesedin ise kanı çekilmiş ve ölene kadar o şekilde kalarak yıpranmış. Cesedin üstünde gerçekten kan yok, tamamen kurumuş. Kanın nereden çekildiğine dair bir yara izi bulunamadı. Diğer kurban gibi vücudunda parazite dair bir bulgu da yok. Tabii bu ceset hakkındaki en dikkat çeken ayrıntı bu değil. Cesetin duruşu, kolları ile parmaklarının işaret ettiği ile yüz ifadesinin hali oraya girer girmez hemen içimize işledi. Bu kurbanın bir eliyle istemsizce karşısını, parazitin öldürdüğü diğer kurbanı işaret ediyormuş. Yüzünde ise gördüğü şey karşısında dehşete düşen birisinin çaresizlik ile bağıran ifadesi vardı.
Üçüncü cesetin üzerinde çok vahşet veya dehşet izleri yoktu. Ne bir parazite dair bir bulgu vardı ne de ikinci ceset gibi korku içinde kanı çekilmişti ama çok daha rahatsız edici bir durum kendini gösteriyordu. Üçüncü kurban boğularak öldürülmüştü, birisi boğazını sıkarak onu boğmuştu. Boğazındaki izlerden bu rahatça anlaşılıyordu ama bu izler, bir insanın ellerine ait değildi. Daha büyük, daha keskin, daha yabancıl bir varlığın ellerine aitti o izler. Boynundaki bu izlerle ceset geriye doğru yaslanmıştı, başı ve boynu arkaya doğru bastırılmıştı. Bunu yapan kişi ise tam karşısında oturuyor gibi görünüyordu ama masanın karşısındaki sandalye boştu.
Babamı o evde bulamadık. Dışarı çıkmış olamazdı, evin kapıları ve pencereleri içeriden kilitlenmişti. Masada karşısındaki cesedi öldürmüş gibi görünüyordu ama ne babam ortadaydı, ne de o cesetin üzerindeki izler bir insana aitti.
Ortadaki tek somut ipucu ise şu an elimde tuttuğum siyah küre, karanlıkta pusuya yatmış sonsuz hiçliğe bakan göz."
Yorumlar
Yorum Gönder