23- Kara Köşk'ün Efendisi Bölüm 1: Çağrı (Spooktober '22)

  “Tanrı mı?”

“Evet. İnanıyor musunuz?”

“Neden böyle bir soru sordun?”

“Korkunç bir kavram olabiliyor. Görkemli, ama korkunç.”

“Neden korkunç?”

“Ölümün sınırlarını aşan bir irade, sonsuz bir varoluş, mutlak bir kader. Herhangi bir insanı korkutmaya yeter bunlar.”

“Bu bizim bir parçamız, her şeyden korkarız. Her zaman orada.”

“Peki ya siz? Korkuyor musunuz?”

“Ne kadar kaldı?”

“Çok bir şey kalmadı, birazdan orada oluruz.”

“Teşekkürler, yolculuk yordu da. Köşke yerleşince iyice dinleneceğimi umuyorum.”

“Efendim, sormamın sakıncası yoksa, neden buradasınız?”

“Nerede?”

“Issızlığın ortasında, ormanın içinde, uygarlıktan uzakta, ağaçların arasında. Köşkte.”

“Neden burada olmayayım?”

“Hayatınızda yanlış giden bir şeyler olmasaydı dünyanın geri kalanından bu kadar uzakta olmazdınız.”

“Hayır, olmazdım.”

Araba yolda hiç sarsılmadan hız değiştirmeden gidiyordu. Pencerenin dışında sadece ağaçlar vardı, ne yol boyunca ne de yolun ardında bitecek gibi görünmeyen bir dünya dolusu ağaç. Ağaçların tepelerinin ötesinde hiçbir şey görünmüyordu. Uzaklarda kel bir dağ zirvesi seçilebiliyordu ama dağın çevresi bomboştu. Bir ara yanından sürdükleri köy orada kalmış olmalıydı, köyde giderken bir dağın dibinden geçmişlerdi fakat bundan hiç hoşlanmamıştı. Dağın gölgesinde hiç güvende hissetmemişti ve o zamandan beri üstünde bir huzursuzluk hali vardı. Dağdan uzaklaştıkça bu durumu üzerinden atar diye düşünmüştü, ağaçların arasında bir şey değişmemişti. Köşke yaklaştıkları halde dağ hâla görünebiliyordu ve bu uğursuz bir alametti.

Sonra ağaçların arasında birisini gördü. Beyazlar içindeki solgun bir figürdü bu. Bir ağaç gövdesinin arkasından çıkmış bir bir diğerinin ardında kaybolmuştu. Onu gördüğü anda Savaş’ın tüyleri ürpermişti, gözlerini bir süre kırpamamıştı. Ağaçların gölgelerinin yarattığı koyu ortamdaki bu yabancı çok belirgin bir iz bırakmıştı onun üstünde, bulutlu bir gecede dünyaya hiç kapanmayan gözlerle bakan soluk ay gibi. Yüzünü görememişti ama görmemesi daha iyiydi. O gözlere bakmak istemiyordu. Beyazlar içindeki bir kadındı ama bir şeylerin gölgesinden var olduğu anlaşılabiliyordu. Ağaçların arasına yayılan loş boşluğun bir bitimi yoktu. Gözlerini o sonsuz enginlikten çekemiyordu, çekerse beyazlı kadının görünmez bakışlarının kendisine çevrileceğini biliyordu ama ağaçların arasında daha kötü şeyleri görmekten de korkuyordu.

“Geldik efendim.” dedi sürücü. 

Savaş gözlerini ormandan çekip arabanın diğer penceresinden yaklaşmakta oldukları köşke baktı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrilmişti ve taşıdığı renk ile de isminin hakkını veriyordu. Kapkaraydı, pencerelerinin ışıkları bu karanlığa meydan okumaktan ziyade ona uyum sağlarcasına gösterişsiz bir şekilde parlıyordu. Araç yaklaştıkça genç adamın içindeki huzursuzluk hissi de kuvvetlendi. “Kaygı” diye düşündü. “Bu büyük bir değişim ve bu nedenle kaygılanıyorum sadece.”

Sürücü aracı mülk duvarlarının dışında, parmaklıklı giriş kapısına varmadan hemen önce durdurdu, dışarı çıktı ve Savaş’ın eşyalarını içeriden yola kaldırdı.

“Buradan mı döneceksin?” diye sordu Savaş.

“Evet efendim. Mülk topraklarına girmeyeceğim.”

Yüz ifadesi soğuk, donuk ama kararlıydı. Savaş, sürücünün aracı geriye döndürmesini ve arabanın ormanı ikiye bölen ince yolda eninde sonunda ortadan kaybolana kadar uzaklaşmasını izledi. Dışarıda tek başına durunca ormanın ve ağaçların yanında kalmaktan rahatsız oldu. Çantalarını sırtlayıp yüzünü köşke döndü. Kocaman siyah binanın ışıklı gözleri Savaş’ın gözleriyle karşılaştı. Köşk bütün ihtişamıyla genç efendinin karşısında ona meydan okurcasına dikiliyordu. Savaş bir süre binaya bakarak başka hiçbir şey yapmadan ayakta bekledi. Ürkmüştü. Bir iki dakika ayakta hareketsizce durdu ama arkasıdna bekleyen ormandan fısıltılar duyup duymadığını kendi kendine sormaya başladığında hiç tereddüt etmeden bu yalnız mülkün yüksek duvarlarının ardına geçti.

Duvarların içi dışarıdan görüldüğünden daha büyük gelmişti ona. İçeride bile köşke doğru giden yol uzundu. Kocaman köşk onu çevreleyen arazinin içinde etrafındaki dünyadan uzaklaşmak istercesine dikiliyordu. Arazinin üstünde bir bahçe yoktu ama bir köşeye ağıl inşa edilmişti. Hiçbir hayvan sesi gelmiyordu ama nedense bir tamirden geçmiş gibiydi. Başka bir köşeye doğru ise genişçe bir mezarlık vardı. Aile mezarlığı burası olmalıydı. Savaş arazinin içinden geçen yolda yürüdükçe bir yırtıcının pençesinden kaçıp başka bir yırtıcının dişlerine gittiğini hissetti. Tam köşkün kapısına gelmeden önce de üst kattaki odaların pencerelerindeki karartıları fark etti. Her bir odanın penceresinde farklı farklı insanlar dikilip ona bakıyorlardı.

İki kanatlı kapı açılınca yeni efendiyi gülümseyen yorgun bir yüz karşıladı. “Hoşgeldiniz!” dedi.

Genç adam gözlerini yeniden yukarıya çevirince odaların ışıklarının kapalı olduğunu gördü. Ona bakan figürler hâla ordalar mıydı, bunu bilmiyordu. 

“İyi misiniz?” diye sordu, kadının yüzündeki gülümseme, kapıyı açtığı adamın gerginliği karşısında hemen bozulmuştu.

“İnsanlar…” diyebilmişti ancak Savaş. “Üst kattakiler.”

“Üst katta kimse yok efendim.”

“Ama gördüm, az önce gördüm. Pencerelerin önünde. Işıklar açıktı. Buraya gelirken de ışıklar açıktı.”

“Üst katta kimse yok. Herkes aşağıda beraber şu an. Işıkları da gün boyunca açmadık.”

“Orada birilerini gördüğüme eminim, ormanda da birisini gördüm. Ağaçların arasında yürüyordu ve ortadan kayboldu.”

“İsterseniz gelin içeriye geçin, hep birlikte oturalım. Çantalarınızı bir kenara koyarsınız, yemek de hazır. Rahat rahat otururken konuşuruz her şeyi.”

Savaş içeriye girdi. Giriş salonu küçüktü ama gösterişliydi. Bir kenara konan masanın üzerinde gramofon duruyordu. Plakta çalan şarkı eskiydi, hüzünlüydü, ağırlığı insanın zihnine dadanıyor, anıların duvarlarında yankılanıyordu. Eski zamanlardan bahsediyordu şarkı, eski çalgılarla oynanıyordu ve eski ezgilerin alışkanlıkları ile süslenmişti. Özlem ve takıntılarla, çaresizlik ve çıkmazlarla doluydu. Savaş taşıdığı çantalarla bir süre o odada bekledi, gözleri ile oynayan cihazı izliyor, kulaklarıyla da ruhunun derinliklerine kazınan şarkıyı dinliyordu.

“Eski efendi de çok dinlerdi bu şarkıyı, özel bir bağı vardı.”

Bu sözlerle birlikte Savaş kendine geldi ve hep birlikte içeri geçtiler.

İçerisi kocaman bir boşluktu. Sanki bütün köşk bu kozmik boşluğun etrafına inşa edilmişti. Büyük salonun içindeki eşyalar önceki yüzyıla aitti. Her ne kadar modern teknolojinin faydalarından da yararlanılsa da elektromanyetik aygıtlar evde yok denecek kadar az görünüyordu. Odanın ortasındaki koltukları dolapların üzerindeki radyolar, kitapların dizildiği raflar ve kahve sehpalarının üstünde duran gazeteler çeviriyordu. Köşede bir yerde eski bir dolap saati vardı, sarkacının bir oraya bir buraya sallanıp durması genç efendiyi daha da rahatsız etti. Büyük bir üçgen biçimindeki kütüphane merdivenlerin altına konulmuştu, basamaklar da yine salonu yukarıdan saran üst kata çıkıyordu. Odaların kapıları salona bakacak bir şekilde konulmuşlardı.

Devasa salonun bir köşesinde ise uzun yemek masası yer alıyordu. Evdeki çalışanlar bu masanın etrafında oturmuşlar yemeklerini yiyorlardı. “Böyle oturmaz mısınız?”

Savaş çantalarını salonun bir kenarına bıraktı ve masaya geçti. Saatlerdir yoldaydı, bir şey yememişti ama çok aç gibi de hissetmiyordu, sadece gücü tükenmişti. Zihni hem hafiflemiş hem de dağılmış gibiydi. Girişteki plakta çalan müzik de her geçen saniye aklının parçalanmakta olan kısımlarını birbirinden uzağa taşıyordu. Sanki burada tüm evren olduğu gibi tanelerine ayrılmış, sonra da bilmediği bir düzenin etrafında yeniden birleşmişti.

“Uzun bir yoldan geldiniz, yorgun ve aç olmalısınız.”

“Evet, ayrıca teşekkür de etmek istedim.”

“Ne gerek var efendim, daha teşekkür edecek bir şey yapmadık.”

“Benim için araç tuttunuz ya, daha ne olsun? Sürücü biraz tuhaftı ama, onu söylemeliyim.”

“Sürücü mü?”

“Evet, pek alışılmadık birisiydi.”

“Ama biz ne bir araç, ne de bir sürücü tuttuk.”

Bir süre boyunca kimse bir şey demedi, plaktaki hüzünlü müzik çalmaya devam etti. Savaş öylece oturdu, rastgele bir yere bakıyordu ama gözlerinde buraya kadar sürücüyle yaptığı yolculuk, ormanda gördüğü beyazlı kadın ve üst kattaki pencerelerden ona bakan insanlar vardı. Bunları düşündükçe daha fazla yoruldu, daha fazla acıktı. Zayıf düştükçe tüm evde yankılanan müzik zihnine daha büyük bir inatla saldırdı.

“İyi misiniz?” diye sordu çalışanlardan birisi.

Savaş oturduğu sandalyede doğruldu, başını salladı ve “Evet.” dedi. “Yemekten sonra kendime gelirim.”

O sırada onu karşılayan kadın da merdivenlerin diğer tarafındaki bir kapıdan elinde başka bir tabak ile geldi. “Buyurun.” dedi. “Afiyet olsun.”

Savaş yemeye başlamışken kadın da anlatmaya başladı. “Hiç kuşkusuz bu köşk hakkındaki bazı söylentileri duymuşsunuzdur. Hiç değilse mektup elinize geçtiğinde şöylece bir araştırma yapmışsınızdır. Eski efendinin can verdiği şartları da biliyorsunuz. Şuradan dönüp giderseniz bunu kimsenin itirazla karşılayacağını sanmıyorum çünkü bazı şeyler doğru. Burası insanlar üzerinde anlayamadığımız etkilere sahip. Açıklayamadığımız olaylar duyuyor, görüyor, yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz zamanlar daha iyi olsaydı buradan gidip daha farklı yaşamlar sürebilirdik ama hayatlarımız burada geçti, buraya bağlı.”

Kadın bunlardan sonra anlatmaya devam etti. Köşk hakkındaki söylentilerin bir bir üzerinden geçti, kendi geçmişinden bahsetti, diğer çalışanları tanıttı. Onların da burasıyla alakalı gizemli hikayeleri vardı. Hikayeler sırasında her birinin yüz ifadesi değişiyordu. Savaş anlatılanları yemek yerken dinledi. Kendisine gelmişti ama üzerine farklı bir ciddiyet de çökmüştü. Aklını muhafaza etmesi gerekiyordu, varlığını muhafaza etmesi gerekiyordu. “Burada tehlikede miyim?” diye sordu.

Bütün çalışanlar birbirine baktı. Plaktaki müzik çalmaya devam etti. Köşkün dışından ise hiçbir ses gelmiyordu. Kadının yüz ifadesi titreşti, seyirdi, gözleri sulandı ve sonunda cevap verdi. “Bilmiyorum.”

Gecenin kalanında kadın Savaş’a Köşk’ün geri kalanını gösterdi. Köşk’ün mahzeni de kendisi kadar genişti. Kazan odası, şarap mahzeni ve çamaşır bölümleri de aşağıdaydı ama ilginç bir durum daha vardı. Köşkün mahzeninde küçük bir morg vardı. Anlaşılan bu yerin orada olma sebebi ailenin geçmişindeki belirli inanış uygulamalarıydı. İnançları gereği ölüleriyle orada uygun bir şekilde ilgilenip arka taraftaki mezarlığa gidiyorlardı. Mutfak hemen salonun yanındaydı, mutfağa çıkan koridorun devamında başka odalar da vardı. Salona bakan üst katta ise yatak odaları diziliydi. Eskiden köşkteki çalışanlar dağın dibindeki köyde yaşayıp her gün git gel yapıyorlardı ve bu yatak odalarında evin kalabalık ailesi yaşıyordu. Bugünlerde ise geriye sadece Savaş kalmıştı.

O gün herkes yatağına erken saatlerde gitti. Savaş’ın buraya gelirken yaşadığı şeyler herkesin zihnine işlenmişti. Son efendinin kaderinin nasıl sonlandığı da göz önüne alındığında insanların tüm bunları sindirmesi için zamana ihtiyaçları vardı. Savaş yatağına uzandı, köşkün efendisinin yatağıydı bu. Başı dönüyordu yine, dinlenmesi gerekti. Teninin karıncalandığını ve hissizleştiğini hissetti. Sanki aynı anda hem yanıyor hem de donuyordu. Boğulduğunu hissetti, pencereyi açmalıydı. Oturduğu yerden zar zor ayağa kalktı. Dizleri tutmuyordu. Dengesiz ve yavaş adımlarla pencereye yaklaştı, perdeleri açtı. Gözlerine bir sis düştü bir anlığına, göz kapakları istemsizce indi ve yeniden açılmakta zorlandı. Savaş’ın görüsü geri gelince gözleri bu sefer köşk ile dışarıyı bağlayan yolda duran beyazlı kadınla buluştu. Kadın kafasını kaldırmamıştı daha, bu yüzden genç efendi onun yüzünü göremiyordu. Kafasını kaldırmaya başladığında ise Savaş hemen pencereyi kapattı, perdeyi çekti. Arkasını dışarıya döndü ve yeniden yatağına geçti.

Sonra bilinci kapandı.

Kara Köşk'ün yeni bir efendiye ihtiyacı vardı ve onu çağırmıştı. O da bütün çaresizliği ve cahilliği ile gelmişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)