12- Ölümün Dokuz Kolu Bölüm 3: Yıkım
Bu şehre geldiğimden beridir pek çok defa Kargatepe’de ev tuttuğuma pişman olmuştum ama başka bir seçeneğim yoktu. Yeni bir şehre gelmiştim, kafamın üstünde duracak bir çatıya ihtiyacım vardı ve karşılayabileceğim en uygun evler buradaydı. Tabii bugünlerde düşününce her gün birkaç saat daha fazla yolculuk yapmayı burada kalmaya tercih edebilirdim. Bu yolculuklarda kaybedeceğim saatler, bu yerde kaybettiğim sağlığımdan daha önemli değildi. Bu geç öğrendiğim bir dersti. Her uyandığımda bir çürümüşlük kokusu vuruyordu burnuma. İşe gitmek için her sokağa çıktığımda mahallenin renksizliği ile insanların hissizliği yüzünden ruhum çekiliyordu. Burada dünya bile doğru dönmüyormuş gibi hissettiriyor, gökyüzü bile daha sönük görünüyordu. Kargatepe uğursuz bir yerdi ve bunun asıl nedenini öğrenmek üzereydim.
Yine berbat duygularla başlamıştım güne ama bu sefer farklı bir şeyler vardı. Mahalle insanları her zamanki gibiydiler ama sanırım bugünün boyanacağı tonlara onlar her gün girip çıkıyordu. Asıl değişimi buradan ayrıldığımda hissettim. Sanki önceki gün akıl almaz olaylar olmuş da bu sabah insanlar bu haberlerle uyanmış gibilerdi, sadece bunun sebebini bilmiyorlardı. O olaylar bugün yaşanacaktı. Zaten benim de üzerimde gittikçe büyüyen bir huzursuzluk varken gün boyunca birbiri ardına gelen iğrenç cinayet haberleriyle moralim iyice bozuldu ve kendimi bir kez daha pesimizmin zehirli bağımlılığına bıraktım. O noktadan sonra zihnim ve kalbim sürekli kendilerini yıpratıp duran bitmek bilmez bir döngüye girmişlerdi.
İşten çıktığımda hava çoktan kararmıştı ve içimdeki huzursuzluk daha da büyümüştü. Evimde dışarıda olduğumdan daha güvende hissedecek olsam da Kargatepe’ye dönmek, o sokakların içinden geçmek istemedim. Çok geç kalma niyetim de yoktu çünkü gün ışığı yok olduktan ve gece hakimiyetini ilan ettikten sonra orada mantığın ve iyi niyetin ötesinde zihinler gezerdi. Ben de yolda bir yere oturup çay içtim, kitap okudum ve öylece bekledim. Bugünün yaşattığı duygular üzerimde birikmiş olacak ki o mekanda kitap okurken gözlerim kapanmış ve uyuyakalmıştım. Mekan sahipleri beni uyandırmayınca da öylece saatler geçmişti aradan. Gözlerimi açar açmaz bir panik havası sardı beni ve hesabı hızlıca ödeyip oradan koştura koştura ayrıldım.
Daha gece yarısına vurmamıştı saatler ama günün öylece sokaklarda yürüyebileceğim vakitleri geride kalmıştı. Mahalleye daha girmeden meydan okurcasına bana dönüp bakan pencereleri görüyordum. Binalar bile gözleriyle beni izliyorlardı. Yavaş ve dikkatli adımlarla sokaklara daldım. Gözlerim sadece ilerleyeceğim yollara bakarken kulaklarım herhangi bir yerden gelebilecek tehlikeye karşı uyanıktı. O gece sokaklarda yürürken sezdiğim sessizlik çok yabancıydı. Kargatepe’de gece vakitlerinde sokaklarda insanlar gezmezdi. Gezenler de kimsenin daha önce görmemiş olduğu tuhaf tipli yabancılar olurlardı. Gözleriniz kimseyi görmezken bile her zaman yanınızdan geçip giden rüzgarı, sürekli yaklaşıp uzaklaşan fısıltıları ve ay ışığının yarattığı gölgelerin sürekli hareket ettiğini hissederdiniz. Kargatepe hiçbir zaman tam olarak sessiz olmazdı. Bugün ise tamamen sessizdi.
İşte daha birkaç sokak bile ilerlememiştim ki evime yakın bir noktada ilerleyen bir gölge güruhu gördüm. Onları görür görmez olduğum yerde donup kaldım, hiçbir ses çıkarmak istemiyordum. Gölgeler ay ışığının altından geçerlerken karanlık suretler olmayı bıraktılar ve eski siyah cübbeleri ile hayvan postları, boynuzları altında gizlenen insanlar haline geldiler. Bir an önce evime gidip tüm bunlardan kurtulmak istiyordum, belki ondan sonra da evimi ateşe verir ve tüm mahalleyi yakan bir yangına sebep olurdum. Fakat o sürünün içinden gelen çok ama çok zayıf bir inleme, ağlama sesi duyduğumda zihnim yine felç oldu ama o albıs alası ayaklarım kendiliğinden hareket etmeye başladılar. Güruhu takip ediyordum.
Kara suretler güruhu en sonunda Kargatepe’nin merkezine geldiklerinde durdular ve sesin geldiği kişinin çevresinde toplandılar. Onlar bu şekilde toplanınca aslında sessizce bir şeyler söylediklerini ancak fark ettim. Her ne söylüyorlarsa ruhum bütün varlığıyla onları duymayı reddediyordu ama bu imkansız bir çabaydı çünkü bir süre sonra sesleri yükseldi. Lanet mi okuyordular, dua mı ediyordular yoksa ninni mi söylüyordular hiç bilmiyorum. Kafamdaki çarpık bir bilinç parçası bunların hepsini aynı anda yaptıklarını söylüyorlardı. Onlar seslerini yükselttikçe güruhun ortasındakiler de iyice hareketlendiler ve merkezdeki kurban işte o an çığlık atmaya başladı.
O çığlık attıkça güruhun sesi de arttı ama kurbanın sesini bastırmaya çalışmıyorlardı. Bu çığlıklarla bir olup zavallı şeyin acısıyla aynı ritme girmek istiyorlardı. Onlar ritme girdikçe de kurbanın çıkardığı acı feryatları daha iç parçalayan bir hal alıyordu. Ama tek çıkan ses onun bu çığırıları da değildi. Onunla birlikte daha fiziksel, somut, mekanik sesler geliyordu. Arada bir sanki bu bahtsız insanın ciğerlerine vurmuşlar gibi sesi kesiliyordu, işte o anlarda onun vücuduna yaptıkları insan dışı işkenceyi daha iyi anlıyordum. Asla ne olduğunu göremiyordum ama duyduklarım orada neler olduğuna dair bana çok berbat düşünceler veriyordu. Orada felç olmuş bir şekilde kalacaktım ama varlığımın temellerinden gelen bir dürtü beni o ruh halinden çekti ve hemen kaçıp gitmemi söyledi. Ben de zavallı kurbanın çığlıklarının örtüsü altında oradan sessizce uzaklaştım. Eve doğru titreye titreye koşuyordum. Pencerelerden kim izliyor kim izlemiyor umrumda değildi. Sokakların karanlığı, mekanların tekinsizliği umrumda değildi. Sadece eve gitmek istiyordum. Bir anlığına çok yüksek bir inleme duydum, sonra o taraftan gelen tüm sesler kesildi. Tökezledim bunu duyunca, bacaklarım birbirine dolandı ama hemen ayağa kalktım ve koşuma devam ettim. Başımı arkaya çevirseydim belki de arkamdan beni takip eden o suretleri görecektim ama bunu yapmadım. Hiç bakmadan eve varmanın daha hızlı olacağını mı düşünüyordum yoksa korkuyor muydum bilmiyorum.
Eve varır varmaz kapıyı arkamdan kapattım. Bir elimi koridor duvarına koyup derin nefesler alıp verdim, lavaboda yüzüme su çarptım. Ellerim ve kollarım hala titriyordu, gözlerim onları gün boyunca açık tutmuşumcasına kızarmışlardı. Sabahtan beri dudaklarımı yediğimi de ancak fark etmiştim. Gün giderek kötüleşiyordu ve artık uyumak istiyordum. Son bir çaba ile pencerelerimin yanına gittim ve perdelerin arasından baktım. Önceleri hiçbir şey göremedim çünkü zaten sönük sönük yanan sokak lambaları şu an kapalı duruyordu ama o karanlıkta bir şeylerin hareket ettiğini görünce irkilip yerimden sıçradım. Onları iyice inceleyince derin siyahlığın içinde seçebildim, cübbeleri ve postları.
Hemen oradan çekildim ve kendimi odanın içlerine attım. Gözlerim hâla kapanmış perdelerin üzerinde duruyorlardı, kilitlenmişlerdi. Bakışlarımı oradan çekersem dışarıdaki figürlere içeriye girmeleri için fırsat vermiş olacaktım, en azından bedenimi ele geçiren paranoya böyle söylüyordu. Kendimi attığım zeminden yavaş yavaş kalktım ve odanın ortasında olduğum yerde dikilip kapalı perdelere bakmaya devam ettim. Her an kaçmaya hazır bir şekilde bekliyordum ama kaçacak yerim yoktu. Pencereden girseler tek diğer çıkış kapıydı, o da aynı şekilde sokağa çıkıyordu. Sokakta onlar vardı. Muazzam bir sıcak basmıştı ama aynı anda üşüyüp titriyordum. Ağır adımlarla yeniden pencereye yürüdüm ve perde aralığından yavaşça yeniden baktım, gitmişlerdi.
Koşarak yatak odama döndüm. Binanın iç tarafında durduğu için herhangi bir penceresi yoktu, ben de kapıyı kilitledim. Üstümdekileri çıkarıp hiç katlamadan yere fırlattım, dolaptan çıkardığım rastgele gündelik giysilerimin içine gerdim ve kendimi yatağa atıp gözlerimi kapadım. Korkup korkmamam, titreyip titrememem önemli değildi. Bugün uyusam ve yarına uyansam bu bana yeterdi. Bugün bitsin yeterdi.
Öyle olmadı.
Çok hafif bir titreşim duvarlara ve yatağa yayıldı. Ardından bilinç katmanlarımı ayakta tutan bütün sütunları çatırdatacak bir uğultu duydum. İnatla gözlerimi kapatmaya devam ediyordum ama uyuyabilecek gibi değildim. Düş dünyamda inşa ettiğim her şey yıkılıyordu. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım, belki de deliriyordum. Tüm bunları yaşamaktansa delirmiş olmayı isterdim.
Delirmemiştim.
Sesler iyice şiddetlendi ve birkaç saniye içinde odadaki eşyalar sarsılıp düşmeye başladılar. Kendimi hemen duvarların dibine attım ve oradan eğile eğile kapıya ulaştım, kilidi yeniden açtım. Az önce içinden kaçtığım dışarıya bakan odaya geçtiğimde bir masanın altına saklandım. Dışarıya çıkmam gerekiyordu ama siyahlı güruh hâla orada mıydı bilmiyordum. Perdenin aralığından bakınca onları görmemiştim ve insanlar sarsıntıdan dolayı ışıkları açınca sokaklar biraz daha aydınlanmıştı, ama yeterince değil. Mahallenin karanlığı üzerine vuran ışıkları yutuyordu. Diğer insanların da benim gibi pencereden baktıklarını gördüm ve onlar da benim gibi dışarıya çıkma konusunda tedirginlerdi. Gürültü giderek şiddetleniyor, sarsıntılar güçleniyordu. Daha fazla risk almak istemedim, dışarıya fırladım.
Kargatepe zaten birbirine giren sokakları ve çizdiği çirkin geometriyle düzgünlükle alaka kurulamayacak bir yerdi ama şu an tüm sokaklar, binalar, zeminler ve merdivenler yamuluyor, eğriliyor ve bir battaniye gibi savruluyordu. Bu kent örtüsünün altında hareketler varsa fırtınalı bir günde dalgalanan deniz gibi rahatça oynuyorlardı. Karşı tepede duran mahalleye bakınca anladım ancak durumun ne kadar vahim olduğunu. Koca tepenin kendisi de rüzgarın sürekli savurup durduğu perdeler kadar hafif ve dayanıksızdı. Yeryüzünün kendisi içinde bulunduğu duruma bütün öfkesiyle baş kaldırıyordu. Biz zavallı insanlar da bu kozmik başkaldırıya amansız kasırgaların karşısında uçuşup duran önemsiz toz taneleri gibi kalıyorduk.
Zeminde açılan çatlaklardan ise gecenin karanlığında kamufle olan sayısız gölge çıktı. Cinayeti işleyen kara cübbeli figürlere benziyorlardı ama üzerlerinde herhangi bir giysi veya post yoktu, görünümleri tamamiyle kendilerine aitti. İnsanımsı biçimlere sahip bu şeylerin yüzlerinde maske yerine gagalar vardı, üzerlerine cübbe geçirmemişler ama kollar ile kanatların birleşimiyle oluşan uzuvlarından kara kara tüyler yayılmış, tüm bedenlerini kaplamıştı. Bu vahşi biçimlerinin altında ise insan ayakları ile bütünleşmiş iğrenç pençeler vardı. Hiçbiri tam olarak dik durmuyordu ama hepsinin de farklı bir duruşu vardı. Çıkardıkları sesler bir gaglamadan çok bir inlemeyi andırıyordu, acı ile çıkan, çirkin bir ritme sahip bir inleme. Eve gelmeden önce duyduğum inleme.
Bu kara suretler oldukları yerlerden birden havalandılar ve karanlığın içinde sanki suda yüzer gibi hareketlenip binaların pencerelerine kondular. O pencerelerden bakan insanları berbat pençeleriyle dışarıya çektiler ve sürüler halinde yine sokaklara inip çatlaklarına döndüler. Çatlaklara insanlar getirildikçe daha fazla karanlık suret çıktı oradaki hiçlikten. Bir an sonra sokağın bütün karanlığı o biçimlerle dolmuştu ve her biri üzerine düşen hasatı yapıyordu. İnsanlar çatlaklara doldukça sokaklarda daha fazla çatlak açılıyor ve daha fazla insan o boşluğa çekiliyordu. Bir süre sonra zemindeki yarıklardan daha başka şeyler oldu. Yer iyice sallandı, binalar birbiri ardına kumdan yapılmış kuleler gibi yıkıldılar ve içimdeki o berbat his hiç varamayacağını düşündüğüm kadar kötü bir noktaya vardı.
Çok kötü bir şey olmak üzereydi.
Kargatepe’nin merkezinde, yıkılmış tüm binalar birden ortalarında açılan kocaman bir boşluğun içine çekildiler ve aynı anda o düşmekte olan yıkıntıların arasından devasa bir kol yükseldi. Üzerinde birçok yara vardı bu kolun ve her birinden ne olduğu belirsiz sıvılar akıyordu. Bu sıvıların bir kısmı irindi, bir kısmı petrol kadar kara katranlardı, bir kısmı da ne rengi ne kıvamı belli yabancıl maddelerdi. Her bir yara farklı bir dövme tarafından kapatılmış, örtülmüştü ama bütün dövmeler de ölümle alakalı kehanetler anlatıyor, hiçbir insan tarafından tasarlanılamayacak tarifi imkansız sembolleri içeriyordu.
Devasa kolun zemini kırıp geçip göklere yükselmesinden sonra onunla beraber boşluğun içinden yine bir dünya kara suret çıktı ve bütün kentin üstünü örtecek bir biçimde yayıldılar. Çevreme baktığımda yıkılan binaların ötesinde şehrin başka yerlerinden yükselen başka kollar da gördüm ama onlardan çıkan yaratıkların türü de sayısı da değişikti. Buradaki kadar fazla sayıda yaratığın çıktığı bir yer yoktu.
Bütün metropol dehşet içinde sallanıyordu.
Olan biteni kutsal olan her şeye küfür sayılacak bir hayranlık ve aynı zamanda da bütün varlığımı silip bitiren bir korku ile izlerken yine o iğrenç sesi, acılar içinde tüm çirkinliğiyle peydah olan inlemeyi duydum. Gözlerimi çevreme çevirdiğimde o varlıklardan bir tanesinin üzerime geldiğini fark ettim.
Şok olmuş bir şekilde ona bakarken de o gözlerle karşı karşıya kaldım.
Siyah tüylerin çevresini sardığı, derin sonsuz bir hiçliğe bakan karanlık gözlerle. Rengi bilinmez lekelerin içinde gezdiği karanlığı barındıran gözlerle… karanlıklar içinde yüzen kirli, hastalıklı gözlerle… ölümün kendi gözleriyle…
Yorumlar
Yorum Gönder