2- Çay (Spooktober '22)

  Yaşamın ötesindeki dehşetleri gördükten sonra sağ kalmanın önemi nedir ki? Bizler gibi basit canlılar için herhangi bir tasarının bu denli üstündeki korkular, hayatı acımasızca yapılan bir şakadan daha azına indirgemez mi? Üstlerine ışık saçan güneşin muazzam kütlesini, yuva dünyalarının derinliklerindeki erimiş alevleri ve onların da altında kalan müthiş kozmik çekirdeği asla anlayamayacak böceklerden ne farkımız olabilir ki? Karıncaların toprağın altına kazdıkları ilkel yuvaları gökyüzüne doğru uzatıp bununla övünmek, o yapıları inşa etmek için kullandığımız matematiği geçersiz kılan varlıkların yapabilecekleri ile karşılaşınca nedir ki? Hatta kozmosun ve kozmosun ötesinin barındırdıklarını bir an için olsun kabul edebilirsek, bizim o karıncaların üstlerinde gezip yedikleri yapraklardan nasıl bir farkımız olabilir? Teknik Bilimler Enstitüsü’ndeki son yılımın ilk gününe uyanırken, gün bitiminde böyle sorular soracağımı düşünmemiştim. Tabii benim gibi ilkel bir canlı da zaten ancak bu kadar düşünebilir.

Okulun başından beridir beraber vakit geçirdiğimiz üç dört kişilik mütevazı arkadaş çevremiz ile ilk ders gününün ardından dışarıda takılmak istemiştik. Bu arkadaşlar arasından bir tanesi hep ilginç davranışlar sergiler, değişik düşüncelerini paylaşırdı. Onun bu farklılığı bizi hiçbir zaman rahatsız etmemişti ama yer yer olmadık şartlarda olmadık hareketler yapmışlığı da vardı. Yine de onu böyle kabul etmiştik ve halimizden memnunduk, ta ki son yılımızın ilk gününe kadar. Yaz aylarında çıktığı tatilden sonra iyice kendi içine çekilmiş ve davranışları da çok uç noktalara kaymıştı. Bu durum bizi biraz germiş olsa da dışarıda takılmak yerine bizi evine çay içmeye davet edince kabul ettik.

Okulun son yılı için kente gelişim biraz geciktiğinden kendi evime tam yerleşememiştim. Bu yüzden ilk önce evdeki işlerimi bitirmek istedim ve arkadaşımın evine biraz geç kaldım. Herkes çoktan oradadır diye düşünmüştüm ama geç kalmaktan zarar gelmezdi. Çay eşliğinde oluşacak bir sohbet muhabbet ortamına bir iki saat sonra gelirsem değişecek pek bir şey olmazdı. Sonuçta zaten birbirimizin hikayelerini hep biliyorduk, en fazla yazda neler yaptığımızı öğrenirdik, bir tatil en fazla nasıl geçebilirdi ki?

Arkadaşımız Kargatepe denen uğursuz bir mahallede oturuyordu. Şehir merkezine yakın ama uygarlıktan da bir o kadar uzak bir yerdi. Medeni yaşamın bittiği ve cehalet ile art niyetin başladığı sınırları çok belirgin bir şekilde görebilirdiniz. Zaten mahalleye girer girmez seçemediğiniz gözlerin hareket ettiğini, tekinsiz bakışların hemen üzerinize çevrildiğini sezebilirdiniz. Mahallenin yapıları aslında çok eski değildi ama yüz yıl önce yapılıp zamanın merhametsiz aşınmasına kurban gitmiş gibi görünüyorlardı. On dokuzuncu yüzyılda kurulan bu kenar mahalle yapıları, Körfez Felaketi ile olduğu gibi yıkılmıştı. Yeniden yapılan binalar ise anında çürümeye başlamıştı ama bir türlü yıkılmıyorlardı. Bu berbat yerleşimin her bir yanı küf ve ölüm kokuyordu, bu etkinliğe evet dediğim için şimdiden pişman olacaktım ama bu pişmanlık, tanık olacağım delilik ile karşılaştırılamazdı.

Eve varınca burnuma çok hafif ama ayrık bir koku çarptı. Ekşi, acı, hoş ve bir o kadar da kendini insanın ruhuna bağlayan bir aroması vardı. Arkadaşım kapıyı açınca kokuyu istemsiz bir şekilde iyice ciğerlerime çektim. Önce başım biraz döndü, hissizleştim, sonra midem bulanır gibi oldu ama bunların hepsi tek bir anın içinde olup geçti. Ne olduğunu anlamadan kendime gelebildim. Tam başımı kaldırıp karşımda duran arkadaşıma bakmıştım ki yine bir anlığına aklım bulandı, gözlerim bana oyunlar oynadı ve karşımda rengini ve biçimini seçemediğim bir zebani gördüğümü sandım. Sonra yine bir an sonra kendime geldim ve arkadaşımın da içeri buyurmasıyla yarı şaşkınlık halimle içeri girdim.

“Çayın kokusudur o, bazılarına böyle çarpabilir.” diye cevap verdi.

Evde ikimizden başkası yoktu. Diğerlerinin nerede olduklarını sorduğumda daha gelmediklerini söyledi. Bana eve doğru yola çıktıklarını söylemişlerdi, bir yerde takılmış olmalıydılar. Buna rağmen saat oldukça geç olmuştu ve bu durum beni biraz huzursuzlandırmıştı. Bu kadar geç kalacak olsalardı bana haber vereceklerini düşünmüştüm ama görünüşe göre durum bu değildi. İnsanı endişelendirecek kadar tuhaflaşan davranışlarıyla bu arkadaşımla baş başa kalmış olmam da beni oldukça geriyordu. Bütün cahilliğimle bir şey olacağını düşünmüyordum ama içinde bulunmak istemediğim şartlardı bunlar.

“Çay alır mıydın?” diye sordu arkadaşım. “Özel bir çay bu, Sarıbolu’dan getirdim.”

Sarıbolu, Krallar Denizi’nin kıyıları boyunca uzanan Karaboğa Dağları’nın iç kısımlarına kurulmuş kadim bir şehirdi. Arkadaşım tatilinde oraya gittiğini ve bir süre orada kaldığını anlattı. Çayı ise sarıca denen özel bir çiçekten yapmıştı. Sarıbolu’da oldukça yaygın bir kullanımı olan bir bitkiydi bu ve eve girmeden üzerime çarpan koku da ona aitti. Arkadaşımın anlattıklarına göre sarıca bitkisi hem baharat, hem çay olarak kullanılıyor hem de farklı ürünlerin içine aroma olarak katılıyordu. Hatta Sarıbolu’daki bazı kapalı toplulukların inançlarında çok özel bir yeri vardı.

Demlikteki çay fincana doğru akarken çayın renginin sarı mı yoksa mor mu olduğunu seçememiştim. Dolan fincanı elime aldığımda da içinde döngülere baktığımda gördüğüm renk sarıydı ama zihnim yine bu iki renk arasında gidip geliyordu. “Baş döndürücü, öyle değil mi?” diye sordu ama ben bir cevap vermedim. Gözlerim çayın yüzeyinde birbirinin çevresinde dans eden mor ve sarı dalgacıkları izliyor, zihnim de gözlerim bu dalgacıkları izledikçe kendinden geçiyordu. Derin bir soluk alıp bakışlarımı fincandan arkadaşımın yüzüne çektiğimde mimiklerinin ve ifadesinin çok soğuk bir hâl aldığını gördüm. Vücudu oturduğu yerde kaskatı duruyordu, sanki zamanın kendisi donmuş gibiydi. Buradan gitmem gerekiyordu ama bunu nasıl gerçekleştirecektim, hiçbir fikrim yoktu.

Bakışlarım bir kez daha fincanın içine, çay yüzeyinin üstündeki sarı ve mor dalgacıkların dansına kaydı. Göz kapaklarım her saniye ile iyice ağırlaştı ve her ne kadar direnç göstersem de gözlerim yavaş yavaş kapandı. Kendi başıma gözlerimi geri açamayacağımı anlamıştık ki evin içine yayılmış yoğun baharat aroması bu kez burnuma iyice yaklaştı ve aynı tadı bu kez dudaklarımın arasında, dilimin ucunda hissettim. Keskin ve hoş doku ciğerlerime dolar dolmaz gözlerimi hemen açtım ama baştan derin bir nefes aldım. Fincandan aldığım yudumlar boğazımı yakınca yutkundum ve su istedim. “Suya ihtiyacın olmayacak.” diye cevap verdi arkadaşım, olduğu yerde öylece duruyordu.

Gözlerimi onun üzerinde tutunca kapıdan girerken anlık olarak algıladığım görüntünün titreşerek var olup gittiğini, çevredeki renkler ile biçimlerin de sürekli değiştiğini, birbirinin içine doğru bükülüp bambaşka yapılara dönüştüğünü gördüm. Kulaklarımda önce bir çınlama duydum, sonra da bu çınlamalar çığırılara ve gürültülere dönüştü. Gökler çatırdıyormuş da bu çatlakların içinden başka dünyacıl uğultular geliyormuş gibiydi. Ayağa kalkıp kendime hakim olmam gerektiğini hissediyordum ama bunu yapmaya çalışınca vücudumunda gerektiği gibi hareket etmediğini gördüm. Elimdeki fincanı tutamayıp yere düşürdüm ve kırılan fincanın içindeki çay yer ile temasa geçer geçmez buharlaştı, en azından ben öyle algılamıştım. Buharlar doğrudan yüzüme doğru hücum etti ve bu saldırı ile birlikte çevremdeki gerçeklik iyice bozuldu. 

Bir an sonra artık bulunduğum yerde değildim. Aslında tam olarak önceden olduğum yerdeydim ama bu konum hakkında artık çok daha fazla bilgiye sahip oluyordum. Duvarlarda, pencerelerde, yerlerde önceden göremediğim çatlakların içinde gezegendeki en iğrenç böceklerin berbatlığını bertaraf eden ucubeler fışkırıyor ve bana o mide bulandırıcı dilleri ile en kötü kaderleri fısıldıyorlardı. Bazı evlerin içinde ise ya zavallı insanlara onların haberleri olmadan parazitler gibi yapışmış ya da art niyetli figürlerin yanında onlarla beraber dikilen bilinçler, tekil zihinler bize bakıyorlardı. Uzun yıllardır yok olmaya mahkum edilmiş sokaklarda ise gecenin ve bilinmezin efendileri olan gölgelerle örtülmüş karanlık varlıklar kol geziyordu.

İnsan iradesini denizin içine savrulmuş tozlar gibi parçalayan o dünyanın içinde, kendi dünyamda olduğumdan daha hareketli hissediyordum ama hiçbir koşul altında böylesine çarpık bir varoluşta bir zerre olsun hareket etmeye cüret edemezdim. Kargalarla donanmış karakamlar tüm bu yaratıkların arasında geziyorlar ve hem bu dünyada hem de benim dünyamda kendi efendileri için casusluk yapıyorlardı. Orada geçirdiğim her an kendimden bir parça kaybediyordum, ruhumun ağırlığı giderek daha azalıyor ve beni mutlak yokluğa daha fazla yaklaştırıyordu. Yukarıya bakmaya ise hiç cesaretim yoktu çünkü başımızın üzerinde, bu yozlaşmış dünyanın üstünde düş gücünün çok ötesindeki varlıkların hüküm sürdüğünü hissedebiliyordum çünkü onların bu gezegene düşen gölgeleri bile benim rasyonel zihnimdeki tüm bağları çözmeye yetiyordu.

“Sarıbolu çok ilginç bir yerdi.” diye bir fısıltı duydum birden. Ses arkadaşıma aitti ama bölünmüştü, çatlamıştı, titremişti, yozlaşmıştı. “Bir arkadaşım bahsetmişti bana oradan, tanık olduğu şeyleri anlatmıştı. Söylediği şeyler bana deli saçması gibi gelmişti ama onu her ne bu kadar etkilediyse görmek istemiştim. Tabii haklı olduğu ihtimaline hiç şans vermemiştim, iyi ki öyle düşünmüşüm yoksa gitmeye cesaret edemezdim. Gördüğü şeyler sadece gerçek olmakla sınırlı kalmadı, önemli olan gerçekliğin sadece çok anlamsız bir kısmıydı, bir kırıntısıydı. Tarikatların bütün önemsiz inançlarıyla tuttukları küçük ilmikleri takip edince asıl önemli olan dünya ile karşılaştım. Senin de şu an tanışmış olduğun dünyayla.”

Nasıl yaptığımı bilmeden gözlerimi sesin geldiği yere çevirmiştim, veya bir şekilde arkadaşım çevremdeki bağıl gerçekliği onu görebileceğim bir şekilde bükmüştü. Eve ilk kez girince titreşip giden şeytancıl görüntü bu sefer bütün netliği ile karşımdaydı. İnsan biçiminin en kötücül niyetlerle çarpıtıldığı bu yeni anatomisi, o güne kadar tasvir edilen hiçbir iblisle karşılaştırılamazdı. 

“İçtiğin şey, sarıca bitkisi aslında bu dünyadaki tarlalarda yetişen bir varlık. Sizin dünyanızdaki çiçek ise bu varlığın basit bir uzantısı. Nasıl bir tohumu toprağa ekip onun büyümesini bekliyorsanız, biz de insan varoluşunu alıp onu kendi dünyamızın köklerine ekiyoruz. İşte sizin bu haliniz eninde sonunda biçim değiştirip bu şey haline geliyor.” dedi iblis ve hemen ardında yetişen sayısız sarıca bitkisini ve bu bitkilerin köklerinin çıktığı cesetleri gördüm. Cesetler ölüydü ama yüz ifadeleri hâla değişiyor, dişleri dökülmüş, dudakları çürümüş ağızlarından hâla çaresizlik çığırıları çıkıyordu. Bunların en önünde, en taze cesetler arasında ise o evde bizimle birlikte buluşması gereken arkadaşlarımız vardı.

Çığlıklar atarak derin ama hızlı bir soluk aldım ve olduğum yerden fırlayıp kendi dünyamda uyanabildim. Vücudum hâla tam verimli bir şekilde işlemiyordu ama önümdeki kapılara, duvarlara, engellere çarpa düşe koştura koştura ilerledim. Gözlerimden istemsizce boşalan yaşlar ve gırtlağım yırtılana kadar bastığım çığlıkla evden çıktım ve Kargatepe’nin uğursuz sokaklarından yeniden uygar dünyaya dönmek üzere koşturdum.

Eninde sonunda insanlar beni bir durdurmuşlar ve kendimi hastanede uyanırken buldum. Ama artık benim için çok geç çünkü yaşamımın bana sunduğu hiçbir merhamet yok. Kozmosun varoluşumuzla dalga geçercesine taşıdığı doğasını biliyorum. Bu doğanın içinde insanları yerlerdeki otlarmışçasına eze eze varlığını sürdüren yaratıları biliyorum. Artık ne ölümüm ne de yaşamım beni kurtarabilir, çünkü iki kavram da tanık olduğum delilik karşısında hiçbir şey.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)