5- Radyo (Spooktober '22)
Koşturmaktan yorulan küçük çocuk önünde uzayıp giden sonsuz düzlüklere baktı. Bir zamanlar bu kırların canlı ve renkli otlarla kaplı olduğunu söyleyen babasına inanmıyordu. Şimdilerde bu kavrulmuş topraklarda ayaklara batan taşların arasında dikenler, mantarlar veya belki yosunlar yaşıyordu, ona da yaşamak denirse. Eski ağaçların kurumuş gövdeleri, yerlere çakılmış kocaman kazıklara benziyordu. Daha uzak yurtlarda bu kazıkların üzerine yağmacıların insanları geçirdiği söylenirdi ama böyleleri bu topraklara yanaşmazdı. Çocuk bunun nedenini babasına sorduğunda yağmacıların korkusuz olmadıklarını, onların bile bazı şeylerden korktuğunu söylerdi babası. Çocuk buna tam olarak bir anlam veremezdi ama belki babası onları korkutmuştur diye düşünürdü. Belki de kuleden korkuyorlardı çünkü babası da kuleden korkuyordu. Kimse o kulenin yanına gitmezdi.
Rüzgarın getirdiği kükürt kokusu onu rahatsız edince çocuk bu düşüncelerden sıyrıldı ve oradan uzaklaşmak istedi ama kulağına gelen bir ses hemen dikkatini çekti. Daha önce duyduğu bir şey değildi bu ama bir sese benzetmek istese, böceğimsilerin çıkardıkları cızırtılara benzetirdi. Sanki bu cızırtılar zaman içinde donmuşlardı ve aynı tonda, aynı şekilde sürekli ses çıkarmaya devam ediyorlardı. Çocuk önce etrafta bu böceklerden aradı ama onlara dair ne bir iz ne de bir koku vardı. Zaten kükürt kokusu geldiğinde herkes ve her şey kaçardı. Babasına bunun neden olduğunu sorduğunda babası çocuğun kokuyu aldığında sadece kaçması gerektiğini söylerdi. Nedenini açıklamamasının herkes için daha iyi olacağını derdi.
Çocuk sesi takip ettiğinde kokunun iyice ağırlaştığı bir çukur buldu. Çukuru sanki birisi açmıştı ve içine bir şey gömüyordu ama nedense işini yarım bırakmıştı. Sesin kaynağı her ne ise bu çukura gömülmeye çalışılan kutudaydı. Çocuk kutuyu açınca içinde başka bir kutu şeklinde tuhaf bir cihaz buldu, onu eline aldı ve üzerindeki toprağı ve kiri sildi. O böyle yapınca cızırtı hafifçe silindi ve koku da kayboldu. Minik insan elindeki cihazı sağa sola salladı, biraz daha cızırtı çıktı. Çocuk bu sefer cihazı yukarı aşağı salladı ve bu defa cızırtı kendini daha tanıdık gelen seslere bıraktı.
“Merhabalar değerli dinleyiciler, ben her zamanki sunucunuz… ve burası Radyo…”
Küçük çocuk bunları duyunca elindeki cihazı yere düşürerek geri sıçradı ama sesler gelmeye devam etti.
“...bu mahşer zamanlarındaki sıcacık sığınağınız ve her zaman öyle kalmaya devam edeceğiz. İster işkence gibi geçen yolculuklarınızda eşlik etmemiz için açmış olun ister de bir sonsuzluk kadar uzun gibi gelen vakitlerde yalnız kalmamak için açım, biz daima buradayız. Sizlere erişebildiğimiz sürece sürekli iletişim ve temas halinde olacağız, zaten bu dünyada kalan yegane değerlerimiz de bunlar değil mi? O yüzden frekansımıza bağlı kalın ve birlikte geçireceğimiz bu güzel zamanların hiç bitmemesini sağlayalım, tadını çıkaralım.”
Karşısında duran bu nesnenin konuşuyor olması çocuğa sadece tek bir olasılığı düşündürdü. Bu cihaz bir radyo olmalıydı ve babasının bu noktada söyleyecek bir sözü daha vardı. “Biz radyo kullanmayız.” derdi. Nedenini asla söylemezdi ve yine söylememesinin herkes için daha iyi olacağını iddia ederdi. Ailesi kendisinden çok fazla şeyi sakladığı için çocuk çevresindeki dünyayı çok merak ediyordu ve şimdi karşısına çıkan bu fırsat çok ilgisini çekmişti. Demek ki dışarıda da kendileri gibi başka insanlar vardı. Acımasız, vahşi, hayvani olanlar değil, uygar ve kibar olanlar. Çocuk radyoyu önce ailesine götürmeyi düşündü ama onlar radyoyu ya kırar ya da atarlardı, bu yüzden önce biraz kendisi dinlemek istedi. Hem radyoda söylenenler belki onların da hoşuna gidebilirdi?
“Şimdi ise yayınımıza siz değerli dinleyicilerimizden özel bir tanesi bağlanacak. Kendisi yayın istasyonumuza yakın bir yerleşimde yaşıyor. Orada yerleşimin ve kendisinin başına gelecekleri anlatacak. Evet, sizi dinliyoruz.
‘Çok teşekkür ederim. Dediğiniz gibi, istasyonunuzu görebilen bir yerleşimde yaşıyordum. Çok kalabalık bir yer değildi ama yeterince hareketli bir topluluktuk. Ürünler yetiştirdiğimiz bahçelerimiz ve yosunluklarda beslediğimiz hayvanlarımız vardı. Yerleşimin etrafı önce bir hendek, sonra da duvarlar ile çevriliydi. Geceleri kasabanın bir ucunda bir nöbetçi, başka bir ucunda da başka bir nöbetçi beklerdi. Herhangi bir yağmacıdan korkmuyorduk ama sanırım yağmacılardan başka şeyleri de düşünmeliydik.
Önce bazı kasabalılar hastalanmaya başladı. İlk başta çok kötü değillerdi ama durumları ağırlaştıkça biz de hastalığın kaynağını araştırmaya başladık. Bahçedeki ürünlerimizin çürümeye başlaması ve kasabalıların bu çürük ürünler ile beslenmesi bu hastalığa neden olmuş ama bunu çok geç öğrendik. Ürünleri yakana kadar hasta komşularımız çoktan ölmüşlerdi, onları da yaktık. İyi ki hayvanlarımız da var diye seviniyorduk çünkü ürünler yanınca bahçeleri yeniden ekene kadar başka bir besin kaynağımız olmayacaktı fakat sonradan hayvanlar da teker teker kayboldu. Çobanlar hayvanların nasıl ve ne zaman ortadan kaybolduğunu çıkaramadılar ama böyle bir açıklama beklememeye başladık çünkü bir süre sonra bu kaybolan hayvanlar, vücutlarının yarısını kaybetmiş halde yerleşimin girişine atılmaya başladılar.
Size söylüyorum sürümüzü avlayan ve onları parça parça yerleşime bırakan şeyler vahşi hayvanlar olamazlar çünkü bu zavallı yaratıklar öylece rastgele parçalanmamışlardı. Mahşer zamanına doğru ortaya çıkan tarikatların verdikleri kurbanları andırıyorlardı ama sanki bunlardaki işçilik ve detay çok farklı düzeydeydi. Adını koyamayacağım bir yapı veya mesaj vardı olayın vahşetinde. Kasaba olarak toplantılar yaptık ve nöbetçilerden bir kısmını gün vakitlerinde çobanların yanında sürüye göz kulak olmaları için yolladık. Kısa bir süre için çözüm bulduğumuzu düşündük ama sürüden yine hayvanlar eksilmeye başlayınca ve bu kayıp hayvanlar yine yerleşim girişine atılınca bu sefer hayvanları da dışarı çıkarmayı kestik.
Kasaba olarak yine bir toplantı yaptık ve yerleşimden ayrılıp ayrılmayacağımızı konuştuk. Bir kısım insan ayrılmamak istiyordu çünkü dışarıda yeni bir yer kurmak ve yeni kaynaklar bulmak çok ama çok zordu. Diğerleri ise burada kaldıkları zaman öleceklerinden bahsediyorlardı. Yeni bir konuma göç etmek ve yeni bir yaşama başlamak burayı çevreleyen tehlike ile karşı karşıya kalmaktan daha tercih edilir olmalıydı. Tartışmalar geç vakitlere kadar sürdü ama bir şekilde herkes buradan uzaklaşmanın daha iyi olacağını düşündü. Sabaha kadar hazırlıklar yapılacak ve ilk gün ışığında evimizden göç edecektik. Tek bir gece böyle bir göç için hazırlık yapmaya yetecek değildi ama sağ kalmak için elimizden gelenin en iyisi buydu.
Kasabadaki işim nöbetçilikti. Son birkaç gün boyunca gündüzleri sürüye eşlik ediyordum, geceleri de kasaba girişlerini bekliyordum. Sabah yapacağımız göç için de hazırlık yaparken iyice yorulmuş olmalıyım çünkü gecenin bir noktasında uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda diğer herkesin gittiğini düşünüp telaş ile dışarıya çıktım ama gördüğüm şeyler karşısında öylece kalakaldım. Evet herkes gitmişti ama eşyaları buradaydı. Göç için hazırlanmışlardı, arabaları doldurmuşlardı ve erzakları ayırmışlardı ama hiçbir yerde yoklardı.
Gün boyunca onları arasam da ne onları ne de gece yaşananlara dair herhangi bir izi bulabildim. Yine de kendi göç hazırlıklarımı tamamladım ve belki kasabanın dışından bir yerden dönerler diye bir gece daha orada kaldım.
Ertesi sabah uyandığımda yine çevreye bakındım. Arabaların etrafı boştu, evlerde kimse yoktu. Dışarıya da bakmak için kasaba girişine gelmiştim ki o berbat görüntü karşıma çıktı. Tıpkı kaybolan hayvanlar gibi kasabalılar da başka dünyacıl inançların çarpık tanrılarına kurban edilirmişçesine parçalanmışlar ve yerleşimin girişine saçılmışlardı. Aynı anda üzerime çarpan mide bulantısı, baş ağrısı, bilinç kaybı gibi pek çok şey ile saatler geçti ve kendimi evimin içine attım. Yatağıma yattım, sedire oturdum, yüzümü yıkadım ve üzerimi de birkaç kez temizledim. Kapıları ve pencereleri kilitledim, bağladım, evimin girişlerine ve çıkışlarına engeller dizdim. Silahlarımı, erzaklarımı, eşyalarımı hazırladım ve gidecek oldum fakat nasıl olduysa uyuyakaldım, o noktada yine şok geçirip bayılmış olmalıyım.
Sabah uyandığımda başka bir dehşet verici görüntü karşıladı beni. Evimin her tarafında el ve ayak izleri vardı. Bazıları dört, bazıları altı parmaklıydı ve en çirkin mutantlardan bile beter biçimleri düşündürtüyorlardı. Yerlerde, duvarlarda, tavanda devam ediyordu bu izler ve yatağımın etrafında dönüp duruyorlardı. Yatağın üzerinde veya benim üzerimde böyle bir şey yoktu ama onlar her ne ise evime girmişlerdi. Hazırladığım çantaları hemen sırtladım, koşa koşa dışarıya çıktım. Arabaları kullanacak hayvan kalmadığından hızlı adımlarla kasabadan çıktım, eski komşularımın, arkadaşlarımın ve akrabalarının cesetlerinin arasından geçtim ve ıssız kıraçlara attım kendimi. İşte tam olarak o kıraçlarda o şeytanlardan birisi beni yakaladı.’
Görüyor musun küçük çocuk? Sizin başınıza da bu gelecek.”
Çocuk çığlıklar ata ata ağladı ve elindeki radyoyu çukura geri fırlattı. Kavrulmuş ölü topraklar üzerinden koştura koştura evine döndü. Onu gören annesi hemen sakinleştirmeye çalıştı, bir koltuğa oturttu ve yaşadıklarını anlatmasını istedi. Babası ise hemen tüfeği aldı eline ve dışarıyı kontrol etti.
Hava kararıyordu, ufukta kükürt bulutları görünüyordu ama kokusu daha gelmemişti.
Babası da içeriye girince çocuk ailesine dışarıdaki çukurda bulduğu radyoyu ve onu bulmadan önce aldığı kokuyu anlattı. Annesinin yüzüne bir dehşet düştü, babası ile elleriyle sıkı sıkı silahına sarıldı, yüzünde çok ciddi ve keskin bir ifade vardı.
“Biz radyo kullanmayız.” diye yeniden anlatmaya başladı babası. “Sana anlatmak istemedik çünkü çok küçüksün ama artık bilmen gerek. Mahşer gerçekleşirken çoğu insan öldü, onlar en şanslılarıydı çünkü hızlı ve merhametli bir son ile karşılaştılar. Sağ kalan bizler onlar kadar şanslı değildik çünkü hayvanlaşan inlarla ve ölüm ile boğuşması gerekmeyen şeytanlarla karşı karşıyaydık. Yine de bizler de en şanssızları değildik, çünkü onlar ne ölebildiler ne de sağ kalabildiler. Mahşer ile birlikte zihinleri, ruhları, varoluşları havaya karıştı ama elektromanyetik frekansların arasında mahsur kaldılar. Yakınlarında duran radyo kuleleri onların uzaklaşıp yok olmasına izin vermezken kuleleri çeken radyolar da bu zavallı şeylerin kendilerini duyurabilecekleri yerler oldular. Ne yazık ki bu dünyada sadece yaşam ve ölüm ile dans eden varlıklar yok, bunların arasında ve bunların ötesinde var olup giden türler de var. Bu türlerin bu dünyaya ve bu yaşama duydukları bir merak, bir hınç, bir gizem var. Keşfediyorlar, dalga geçiyorlar, işkence ediyorlar. İşte o radyolarda bunları duyuyorsun. Yaşam ile dönen dünyayı dürtüp duran yabancıl varlıklar ve onların arasında çaresizlik, öfke, inat ile çarpık bir şekilde var olmaya çalışan yarı ölüler. Elektromanyetik dalgaların yaşattığı dünya bize değil onlara aittir. İşte bu yüzden çocuğum, biz radyo kullanmayız. Radyoyu onlar kullanır.”
Bu konuşmayı yaptıktan sonra küçük aile uzun bir süre boyunca aynı odada birbirlerine sarılır halde kaldılar, sonra da herkes yatağına gitti. Çocuk, hemen anne babasının yanındaki bir odada kalırken anne ile baba da aynı yatağa girdiler. Geç ve zorlu gelen uyku, gecenin yarısında bölündü ve baba tuhaf bir ses ile uyandı. Sanki böceğimsilerin çıkardığı cızırtılara benzer bir sesti bu ama babaya çok önceki zamanlardan çok tanıdık gelen pis bir sesti. Baba hemen gözlerini açtı ve başı döner bir şekilde çevreye bakındı. Çok berbat bir kükürt kokusu tüm evi sarmıştı. Babanın kulakları sesin geldiği noktayı takip edince yatağının diğer yanında, çocuğun annesinin yatması gereken yerdeki uğursuz cihazı, radyo ile göz göze geldi. Işığı açınca baba bu sefer tüm odanın zeminini, duvarlarını ve tavanını saran el ve ayak izlerini gördü. Dörtten az altıdan fazla parmakları olan bu izleri takip eden baba ilk önce odadan çıktı, sonra da çocuğun odasına gitti. Ne anne ne de çocuk evdeydi, tüm ev el ve ayak izleri ile doluydu.
Baba sonra evin ana giriş kapısından dışarıya çıktı ve yerdeki şeyleri gördü…
Yorumlar
Yorum Gönder