16- Uzaylı Bölüm 4: Değişim (Spooktober '22)
Eve koşturduğumuzda herkesi teker teker kontrol ettim. Kimsenin eksilmediğini düşünüyordum ama herkesi eve girmeden önce yanımda gelen komutana saymam gerekti, eve girince ise bu sefer onunla birlikte baktık. Kimse gitmemişti bir yere ama hepsinin yüzünde de korkunç ifadeler vardı. İçlerinden birisi çığlık atmış olsada yine uyanmamışlardı. Komutan bunun da uzaylının işi olduğunu söyledi. İnsanları uyur halde tutmak yine onun işine yarıyordu. Deliksiz uykuları devam etse de gözlerini kapalı tuttukça enerjilerini kaybettiklerini rahatça görebiliyordum. Tenleri iyice solmuştu, bazıları düzensiz nefes alıp veriyordu. Eğer emin olmasam bir kısmının saçlarının da ya döküldüğünü ya da beyazladığını söyleyecektim. “Uzaylı.” dedi komutan. “Onun etkisinde kaldıkça kendilerinden daha fazlasını kaybediyorlar.”
İçeridekilerin ve evin güvenliğinden emin olduktan sonra komutanla birlikte çevreyi dolandık. Ağaçların arasına girdik, tarlaya baktık ve ağılın etrafını dolandık. Boş kümesin çiftlerinin de arkasına gittik ve çiftliğin vahşi otlarla kaplı uzak ağaçlık kısmını da kontrol ettik. Hiçbir şey bulamayınca arazinin ötesinde yatan cansız bedeni bu sefer çiftlik topraklarına getirdik ve komutanın arabasına koyduk, sonra da eve geri döndük. Avluya iki tane sandalye çektik. Bu saatte bu şartlarda uyuyabilmemizin imkanı yoktu. Yapılması gerekenleri tartıştık, nelere hazırlanacağımız konusunda varsayımlar yaptık ve kafadan bir ihtiyaç listesi çıkardık. Sabaha kadar önümüzdeki günlerde yaşanabilecek senaryoları konuştuk ve en sonunda komutan gece yeniden görüşmek üzere çiftlikten ayrıldı.
Gün saatlerinin getirdiği sahte güvenlik hissiyle içeri girip uyudum.
Ters dönmüş uyku düzenim ömrünü bitirdiğinde ve güneş gün üzerindeki hükmünü kaybettiğinde komutan hâla iletişime geçmemişti. Hazırlıklarımıza devam etmeli ve en azından kendi güvenliğimizden emin olmalıydık fakat planlarımıza bu gece devam edemeyecektik. Bir süre ondan haber beklediysem de geceye onsuz devam ettim. Avluya ve bahçeye bakan ışıkların çalıştığını teker teker doğruladım, yanıma evde tuttuğumuz tüfeği aldım ve diğerlerinin yattığından emin oldum. Gündüz vaktinde bile buradaki akrabalarım iyice mayışmış bir şekilde davranıyorlardı. Kendileri hakkında bir şeylerin ters gittiğini bile kabul etmiyorlardı, belki olup biteni bir hastalığa bağlarlar diye düşünmüştüm.
Vakit gelince avluya çıkıp çevreye kısaca göz attım. Garaj yolunda ve havuz tarafında bir şey yoktu. Kümes çitlerinin olduğu yön de sessizdi. Tarlalara doğru ilerledim. Gökyüzü bugün kapalıydı, ay ışığı tarlaya vuramıyordu ama kurduğum aydınlatmalar yeterince iş görüyordu. Yukarıdan dengeli vuran sönük ışığın yerine tekil bir kaynaktan dengesiz bir ışık çıktığı için o geniş düzlükte gözlerimi alıştırmam zor oldu. Tarlaları saran ağaçların arasını bu sefer daha net bir şekilde görebiliyordum. Birkaç adım o ağaçların yönüne doğru adım attım ve bakışlarımı ışığın temizlediği ormanda gezdirdim. Birkaç kez bu ağaçların arasında ya görmüştüm ya da duymuştum o şeyi. Bu sefer gözümden kaçamazdı.
Kendimden bu kadar emin olduğum bir anda arkamdan hızlıca geçti.
Kendisini yine görmedim, hareketlerini de duymadım ama ışığın önünden geçmişti, gölgesi onu ele verdi. Gölgenin ne tarafa gittiğini anlayamadım. Ormanda da olabilirdi veya ormandan çıkmış da olabilirdi. Gözlerimi sağda solda gezdirince kendimi bir kez daha ağıla bakarken buldum. Kurduğum bütün ışıklara rağmen içerisi kapkaranlıktı. Ağır adımlarla oraya yürüdüm ve tam önünde durdum. Yaratık buraya mı girmişti? Girmişse şu an ininin dibinde duruyordum. Eğer gerçekten de burada olsaydı ve tam şu an ağılın içinde bulunsaydı beni buradan uzaklaştırmaz mıydı? Üzerim tam bir etkisi varsa kendisinin sığındığı yeri tehdit etmemden rahatsız olmaz mıydı? İçeriye doğru bir adım attım. Durdum. İkincisini atacaktım ki bunun büyük bir hata olacağı çarptı birden gözüme. Eğer ki varsa ve buradaysa, benim gibi ilkel bir canlının taştan ve odundan yaptığı basit bir mekanizmaya mı yenik düşecekti. Geriye doğru adım attım, yüzüm hâla ağıla dönüktü, sonra geriye doğru bir adım daha attım. Eve kaçtım.
Eve dönünce kapıyı kapattım, kilitledim, önüne bir sandalye çektim ve olurda kapı açılırsa diye tüfeğin namlusunu dışarıya doğrultur bir şekilde beklemeye başladım. İçerideki kimsenin yaptığım şeylerden ve bunu hangi tehlikenin karşısında yaptığımdan haberi yoktu. Komutan dışında aynı şekilde dışarıdaki kimsenin de haberi yoktu.
Gözlerimi açtığımda çoktan sabah olmuştu ve herkes hiçbir şey yokmuş gibi işine gücüne bakıyordu. Yine yaratığın etkisine düşmüş olmalıydım. Dışarıda o kadar vakit geçirmemiş, uyuyacak kadar yorulmamıştım. Peki o zaman kapıyı içeridekiler mi açmıştı? Hemen ayağa kalkıp bir tur attım ama ailemden başka bir hareketlenme göremedim. Bu tuhaftı, çünkü hayvanların etrafta dolaşmasını bekliyordum. Diğerlerine bunu sorduğumda beni mantıksız sözlerle geçiştirdiler. Durum böyle olunca araziyi detaylıca taradım ve en sonunda onları buldum, tüm hayvanlarımızı. Hepsi de kuyudan çıkan suyun doldurduğu havuzda hareketsiz bir şekilde yüzüyorlardı. Bir kısmını balıklar yiyip tüketiyordu, bir iki tanesi ise sanki haftalardır öylece çürüyormuş gibi görünüyordu.
Çiftlikteki herkesi teker teker oradan gönderdim. Her biri müthiş bir şekilde ısrar ettim ama onlardan kurtulmayı başardım. Bu ısrar da yine yaratığın etkisinden kaynaklanıyor olmalıydı ama göründükleri rezil halleri, benim komşuları ve diğer akrabaları ikna etmemi kolaylaştırdı. Çiftlikte artık başka kimse kalmamıştı ama zaten önceden de daha farklı değildi. Fakat şu an büyük bir sorun ile karşı karşıyaydım. Öngöremediğim bir şey değildi, hatta tam olarak beklediğim bir durumdu. Şimdi bu yaratığın elinden tüm besinlerini almıştım, kendimden başka. Eninde sonunda akşam olacaktı ve o şey yeniden avlanmaya çıkacaktı. Yanındaki en uygun av bendim. Hemen komutanı bulmam gerekiyordu yoksa işim oldukça zordu.
Önce komutana defalarca ulaşmaya çalıştım fakat hiçbir seferinde aramalarıma cevap vermedi. Ben de bu kez kendi evime gittim, yapacağım hazırlıklar için gerekli birkaç malzeme aldım, ardından da askeri üsse doğru sürdüm arabayı. Eğer komutanın söyledikleri doğruysa üste benim girişimi engelleyecek kimse olmamalıydı. Uzun mu uzun bir sürüşten sonra kimsenin nöbette beklemediği ve her şeyin dağılıp gittiği bir yere geldim. Bir zamanlar burası düzenli disiplinli yüksek teknolojili bir yer ise şu an bir harabeden farksızdı ama bir şey kesindi, komutan buraya dönmemişti. Dönüş yolunda ise onu gördüm. En azından arabasını görmüştüm. Çiftlik arazisinin uç bir noktasına, yüksek mevzideki aşağıya düşmüştü. İncelemek için oraya gittiğimde ona dair hiçbir iz bulamadım, ne yaşadığına, ne de öldüğüne dair.
O konumdan çiftlik evine kadar kapsamlı bir arama çalışması yaptım ama komutan ortalıkta yoktu. Kendisi yaratığın etkisinde değildi ama demek ki yaratığın yapabildiği tek şey kurbanlarının algısını bozmak değildi. Bu çarpıklığı kendi emelleri doğrultusunda yapıyor olmalıydı, insanlardan beslenebilmek için. Beslenemediği zaman ne yaptığı konusunda ise hiçbir fikrim yoktu ama komutanın arabası bazı ipuçları vermişti. Bu şeye karşı bağışıklık kazanabilmiş tek kişi ortalıkta yoktu. Bir yerde kendi biliciyle doğal yollarla ölmüş olmasını diledim. Öyle bir ölümü şu an ben de isteyebilirdim. Komutan ölmüştü, ailemi göndermiştim. Bu şey aç ve tehlikeliydi, karşısında ise sadece ben vardım.
Gece oldu.
Dışarıya çıkmayacak, kendimi içeride güvende tutacaktım. Kapıyı kapattım, kilitledim ve önüne sandalyeler, masalar yığdım. Teker teker pencereleri de kapatıp kilitledim ve perdeleri çektim. Bunun için önce yine çiftlik evinin giriş salonundan başladım, oradan yavaş yavaş diğer odalara geçtim. Her nedense öncesinde burada başkaları uyuduğunda, hatta ne duyarlarsa duysun uyuyor olduklarında bile daha güvende hissediyordum. Sanki herhangi bir anda onları uyandırıp yardımlarını isteyebilecektim, zayıf, hasta ve hipnotize olsalar bile. Bu sahte güvenlik hissini de kaybetmiştim. Teker teker pencereleri kapatırken eninde sonunda mutfağa geldim. Tam kapattıktan sonraki bir anda yine gördüm, camın yüzeyinde beliren o çirkin ve korkunç görüntüyü.
Yaratığın dışarıda tarlada bana bakarken kendisini gördüğümü düşünmüştüm ama gördüğüm şey camın ardından bana bakmıyordu, camın yansımasından bana bakıyordu. Hemen arkama dönüp elimdeki tüfekle oraya ateş ettim ama orada kimseyi göremedim. Bu sefer yaratığın simasını daha net bir şekilde seçebilmiştim fakat detaylarını algılayamıyordum. Her nasıl bir görünüşü varsa gördüğü o kısacık geçici anda insanı iliklerine kadar korkutmaya yetiyordu. Çirkindi, çarpıktı, olmaması gereken bir anatomiye sahipti. Bu şeyin gezegene ait olmadığını anlamak için bilim insanı olmaya gerek yoktu, bir bakmak yeterdi. İnsan kendisinden çok daha farklı, vahşi, tehlikeli bir türle karşı karşıya kaldığını ve bu konuda hiçbir şey yapamayacağını o kısacık anda kavrardı.
Ateş ettiğim noktada hiçbir şey olmasa da tüfeği hemen yeniden doldurup namluyu evin içinde gezdirmeye devam ettim. O yabancıl varlığın evin duvarlarının içinde, benimle birlikte olduğunu biliyordum. Bir odadan bir diğerine girdiğimde arkamdan kapıları kapattım, ışıkları da açık bıraktım. Evin içinde mutlak bir sessizlik vardı, tıpkı günler önce dışarıda, o şeyle ilk kez karşılaştığımda olduğu gibi. Attığım her adım evin içindeki durağanlığı sarsıyordu, ciğerlerimin içine dolup çıkan hava ise her defasında peşime düşen şeyi kızdıracak gibiydi. Odaları kontrol ede ede en sonunda yine girişteki salona gelmiştim ve tuhaf bir durum vardı. Salonun kapısı kilitli değildi ama öyle olduğundan emindim. Neredeyse emindim. Kilidin açıldığını duymamış mıydım? Yoksa duyup unutmuş muydum?
Kapıyı yavaş yavaş açtım, tüfek hâla elimdeydi. İşe yaramayacaktı ama elimde silah varken daha az tehlikede hissediyordum. Hiçbir işe yaramayacaktı.
Avluya çıktım. Havuza baktım, kümes çitlerine baktım, büyük ağaca, garaj yoluna baktım ama bakmam gereken yere, onun nerede olduğunu bildiğim yere bakmadım. Garaj yolundan tarlalar da tarlaların ortasında duran ağıl da görünüyordu. Orada durdum sadece, daha ileri gitmedim. Gözlerim, içi kapkaranlık duran ağıla daldı ve oradan çıkamadı. Gözlerim çıkamadı ama başka bir şey çıktı.
Ağılın içindeki karanlığın soyut yüzeyi bozuldu, o siyah pusun içinden bir hareketlenme yükseldi. Sonra ise hiç beklemediğim bir şeyi gördüm. Ağıldan hırıltı sesleri geldi, hiçbir insanın ve hayvanın çıkaramayacağı hırıltı sesleri. Ardından komutanı gördüm.
Komutan hiçbir şey söylemeden, yapmadan, doğal olamayacak kadar akıcı ve çarpık hareketlerle tarlanın ortasına yürüdü. Hava kapalıydı ama bulutlar yer yer açılıyordu. O açıklıktan ay ışığının hüzmeleri sızıyor ve yeryüzüne uzanıyordu. Ay ışığı düzlüğün ortasında duran komutanın üstüne vurdu. Işıkla birlikte komutanın insani silüetinin hatları bulanıklaştı, titreşti, gözlerimi yordu. Silüetin iç kısmı tek renk aldı, grimsi, tonsuz bir renkti.
Komutanın biçimsizleşen bedeni başkalaşım geçiren bir böcek gibi değişti, yozlaştı. Bu gezegendeki hiçbir canlının sahip olamayacağı bir anatomiye büründü. O yapı da başkalaştı ve insan formunu andıran bambaşka geometrilere döndü.
Yaratık ağaçlık alanın içinde ortadan kaybolmadan önce son kez bu tarafa baktı ve onun gözlerini gördüğüme yemin edebilirim. Tam o anda yaratık daha önce o güne dek hiçbir hayvanın veya insanın gücü yetmeyeceği kadar şiddetli bir şekilde çığırdı. O çığırıyı gördüm mü, duydum mu yoksa türümün sınırlarının dahilinde var olan bambaşka gizli duyularla mı algılayabilmiştim bilmiyorum ama başıma ağrıların girmesine ve hemen orada içimin kalkmasına neden olan bir şeydi. Bir an sonra ise yaratık artık orada değildi.
Kendimi toparlayabilip tarlalara gitmem çok zor oldu. Yaratığın durduğu yerde ise ne olduğunu anlayamadığım küçük bir doku kalmıştı. Bu dokunun bir yılandan geldiğini de düşünebilirdim, veya başka bir şeye ait olduğunu da ama öyle değildi. İnsanımsı bir türe ait bir doku parçasıydı. Dokunun üzerinde sayısız por vardı, her biri de aynı anda bir göz, kulak, ağız, burundu. Her bir pordan kimyasallar çıkıyordu da, geliyordu da. Bana bakan gözlerin bu porlardan baktığını biliyordum, beni bu porlardan gördüğünü biliyordum, düşüncelerimi de buradan görüyordu.
Yaratık bir daha çiftliğe dadanmadı. Başkasına dadandığını veya başka kimsenin de benzer koşullarda öldüğünü görmedim. İnsanları yaşatacak kadar adapte olmuş olmalıydı ama beslenmeye devam ettiğine emindim. Artık bütün gezegen onun çiftliğiydi.
Ağıla ise bir daha asla giremedim. Aynı karanlık o derme çatma yapının içinde kaldı. Ne benim koyduğum ışıklar, ne de ay ışığı o karanlığı deldi.
Yorumlar
Yorum Gönder