26- Kara Köşk'ün Efendisi Bölüm 4: Miras (Spooktober '22)
Köşk ahalisi çekinceler içinde mutfaktan çıktı, merdivenleri tırmandı ve sesleri duydukları koridorun önüne geldi. İçeriden hâla sesler geliyordu, birileri bir şeyle tahta zeminin üzerine vuruyordu. “Yukarıya çıkan birileri oldu mu?”
“Hayır herkes burada.”
“Hepimiz mutfaktaydık.”
“Evet öyleydik, belki de dışarıdan birileri gelmiştir. Görmemiş olabiliriz.”
“İçeriye giren olsaydı duyardık.”
“İçerideki kim o zaman?”
“Başka bir hikaye.”
“Yani şu an bu kapıyı açarsak içeride gördüğümüz şey onlardan birisi mi olacak?”
“Kapıyı açmayacağız.”
“Eğer yanılıyorsak ve içerideki gerçekten de bir insansa evde tanımadığımız bir yabancı olacak demektir. Serpil’in anlattığı şeyler de doğruysa…”
“Anlattıklarım gerçekti.”
“Eğer öyleyse köşkün dışındaki yabancılarla da bir sorunumuz var demektir. Buraya geldiğimden beri neler döndüğünü bilmiyorum ama insanlar… İnsanlar hem büyük bir sorun, hem de çözülebilecek bir sorun.”
Meryem koridorun kapısını açmaya çalıştı ama kilitliydi. Cebinden anahtarı çıkardı ve diğerlerine gösterdi, sonra da kapının kilidini açtı ama kendisini kapalı tuttu.
“Görüyorsunuz ya, kapı kilitliydi. Tek anahtar da bende.” deyip kapıyı baştan kilitledi. “İçerideki her ne ise anahtarı kullanarak, kilidi açarak, kapıyı aralayarak girmedi. O kanattaki tüm pencereler mühürlenmiş halde. Dışarıdan açmaları mümkün mü?”
Osman kendinden emin bir şekilde kafasını iki yana salladı.
“Yani içeriye kimse girmedi, kimse giremezdi.” dedikten sonra içeriden sesler gelmeye devam etti. “Orada kimse yok.”
Sesler yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Kapının yanına gelince durdu. Herkes sessizce öylece bekledi, gözler kapıya dönüktü. Kapıya üç kez ağır ağır vuruldu, ardından yine sessizlik çöktü. Hiçkimse bir şey yapmıyordu, herkes olduğu yerde donmuştu. Aradan uzun bir süre geçti, bakışlar bir an bile olsun o kapıdan ayrılmadı. Kapıya yeniden üç kez vuruldu, yavaş yavaş. O mutlak ses yoksunluğunda o vuruş sesleri köşkün yüreğindeki hiçliğe egemen olup orada yankılandı. Birkaç saniye bekledi kapının ardındaki ses, beklemeyi bırakınca da uzaklaşıp gitti. Kapının önünde donuk bir halde bekleyen zavallı insanlar korku içinde birbirlerine baktılar. O ana kadar birbirlerine bu hikayeleri anlatıp duymuşlardı ama şimdi ilk kez hep birlikte bir tanesinin içindeydiler.
Hiçbir şey olmamış gibi ama hiçbir şey demeden de yeniden aşağıya indiler, mutfağa girdiler ve yarım kalan kahvaltılarını bitirdiler. Çok sade ve gösterişsiz bir öğündü, köşkün kendisi gibi. Sadece nedensizliğin ortasında kendine bir rol biçilen bir yapı. Yedikten sonra kalktılar ve herkes kendi işine geri döndü. Savaş dışarı çıktı, arazide gezindi, teker teker mezarlıklara baktı. Bazı mezarlıklar birbirleri ardına dizilmişlerdi, köşk ve aile bazı kötü zamanlardan geçmiş gibiydi. Ölüm bazı yıllarda köşkte kalmıştı. Şimdi ise tüm ailenin tek bir varisi vardı, ne bir kardeş, ne bir ana baba, ne bir çocuk. Kocaman mülkün içinde yalnızdı.
“Bir ailen var mı?” diye sordu Osman.
“Hayır.” dedi Savaş. “Kimse kalmadı geride.”
“Sadece Meryem var burada, o kadar. Benim de başka bir yerde kimsem yok. Yalnızca ikimiziz, yıllardır köşkü çekip çeviriyoruz.”
“Sizinkilere ne oldu?”
“Salgınlar bu çevrenin insanlarına çok musallat oldu. Hastalığın pençesinde ölmeyenler de öyle veya böyle bir namlunun ucunda öldüler. Buradaki herkes öyle, belki bir zamanlar akrabalık bağları güçlüydü ama ölüm herkesi birbirinden ayırdı, o bağları teker teker kopardı. En azından biz buraya gelebildik, dünyanın geri kalanından güvendeyiz.”
“Gerçekten korkmuyor musun burada olanlardan? Tuhaf olaylardan, yabancılardan? İnancının olması güzel bir şey ama burayı tehdit eden insanlar karşısında bir şey yapacak mı?”
“Dediğim gibi Savaş Bey, bu şeyler karşısında yapabileceğim hiçbir şey yok, dua etmekten başka. Gerçekten de çevrede bize çatacak insanlar varsa da, onlara dua ve inanç dışında sunabileceğim başka şeyler de var. Peki ya siz?”
“Peki ya ben ne?”
“Buraya geldiniz, uzak bir yurttan. Gözleriniz bazı şeyler gördü, kulaklarınız duydu. Ne olduğunu bilmediğiniz bir aracın içinde, kim olduğunu bilmediğiniz birisi tarafından getirildiniz. Uykularınız kaçtı, sağlığınız bozuldu. Hep birlikte dört kişiyiz burada ancak. Dışarıda yardım isteyebileceğiniz bir kanun gücü, koşabileceğiniz bir hastane veya atlayıp kaçabileceğiniz bir uçak yok. Neden köşktesiniz hâla? Bir telefon açıp gitmek varken?”
“Evet buradaki şartlar… zorlayıcı. Alışılmadık, tüketici, belki de insan üstü denebilir. Ama geldiğim yerde daha iyi şeyler beklemiyor beni. Kimsem yok. Vardı, bir zamanlar. Bir bir gittiler. Sonra da bazı sözler verdim ve seçimler yaptım. Üstesinden gelemediğim sorumluluklar aldım. Sözlerimi tutamadım. Bunun sonuçları oldu, sadece benim üzerimde değil, başka insanlar üzerinde de. Hayatım kötüleşti, ne arkadaşım ne işim ne de param kaldı. Bir süre öylece sürünüp gittim. Ama şartları değiştirmeye çalıştım, bu durumu kendime yediremiyordum. Denedim, pek çok defa. Nafile. O seçimleri yapmama, o sözleri vermeme neden olan bir parçam, benliğimin ukala, düşüncesiz, bencil bir parçası beni hem o şekilde sürünmeye zorluyordu hem de boş yere ayağa kalkıp olmadık şeyler denememe. Bunları denerken de bir şeyleri çözmeye çalışmıyordum, sadece kendimi tatmin etmeye çalışıyordum. ‘Bak denedim! Olmadı!’ demek için. Öyle kötü bir ana denk gelmiştim ki kapı çaldı. O pis düşünceleri bir kenara bıraktım ve zavallı halimle ayağa kalkıp kapıyı açtım. Posta gelmişti, bir zarf. Buraya çağrılmıştım. Ben de kabul ettim.”
“Çok bahtsız birisiymişsiniz Savaş Bey, veya çok kötü kararlar veren. Hangisi bilemiyorum.”
“Ben de.” dedi Savaş ve mezar taşlarınının önünde biraz beklediler. Önce Osman ayrıldı oradan ve Savaş taşların üstündeki isimleri okudu. Taşların çoğunun üstünde “Karakam” ismi vardı, aileye aitti. Savaş’ın soyadı bu değildi ama aileyle uzaktan kan bağı vardı.
Genç efendi de mezarlıktan ayrıldı ve içeriye geçti. Yapacak bir şey ararken gözleri kütüphaneyle buluşunca belki kafasını dağıtır umuduyla kitaplara şöyle bir göz attı. En yenileri bile kırk yıl önce basılmış kitaplardı. Bakışları ve parmakları teker teker kitapların üzerinde gezdi. İsmini göremediği bir tanesini bulduğunda ise merağı çelindi ve kitabı raflardan çekip bir koltuğa oturdu. Kitabı açtı.
“Şefik Paşa’nın notları” diye yazılmıştı ilk sayfaya, ikinci sayfada da kocaman harflerle tek bir kelime vardı, aile.
Savaş okumaya devam etti.
Anlaşılan bu soyun kökleri bin yıl öncesine kadar gidiyordu. Karakam ismine bölgenin sultanlarının kayıtlarında ulaşılabiliyordu. Görünüşe göre aile aslında bir beyliğin başındaydı ve kocaman bir aşiretti o zamanlar. Ailenin beyi boyun da başındaydı. Bu beyler daha muazzam güçlere sahip sultanlara danışmanlık görevlerini sürdürüyorlardı. Beyliğin bilgeliği hakkındaki söylentileri anlaşılmaz bir şekilde her yere yayılmıştı. Sultanlar da bunu kullanmayı istemişlerdi. Beylerin bu danışmanlık rolü, beyliğin itibarını diğerlerinin gözünde yükselttiğinden onların da çok işine geliyordu. Bu süreçte bölgenin diğer beylikleri tek tek semavi dinlere geçerken Karakam Beyliği’nin eski inançlarını sürdürmeyi seçmesi de bilinen bir gerçekti. Tabii bir nokta da onlar da yeni inançlar benimsemişlerdi ama kendi şamanistik ibadetlerini gizlice sürdürdükleri halk arasında konuşuluyordu. Hiçbir zaman kanıtlanamamıştı ama bu iddia da hiçbir zaman insanların dillerinden düşmemişti.
Eski göçebe sultanlar yeni topraklara açıldıkça emirlerindeki beylikleri de bu toprakların sınırlarına yerleştirirlerdi. Böylece hem güvenliği sağlamış olurlardı hem de hırs ve açlık ile kıvranan beylere de yeni fırsatlar sunarlardı. Karakamlar da sınırlara yerleştirilen bu topluluklardan birisi olmuşlardı. İkinci bin yılın şafağında, son göçebe sultanlar Moğol akıncıların elinde öldüğünde onların buyruğu altındaki beylikler de özgür kaldılar. Karakam ailesi de bu özgür kalan küçük ülkeciklerin birisinin başında durdu.
Yaklaşık altı yüz yıl boyunca Karakamlar özgür ve güçlü kaldılar. Ocaklarında demir işlediler, koca koca sürüleri güttüler ve düşman topraklarında yağma yaptılar. Zaman nehri akıp gittikçe pek çok şeyde bu sularda sürüklenip değişti ve beyliğin çevresindeki dünya da giderek farklılaştı. Pek çok göçebe boy artık çiftçi, tüccar, denizci olmuştu ve eski töreler silinip gitmişti. Savaşçı kimliğini kaybeden nice halk daha saldırgan güçler tarafından fethedilirken eski dünyanın değerlerine tüm inatlarıyla bağlı kalan Karakamlar ayakta durmaya devam ettiler. Yine de tarihin çarkları dönüyordu ve değişimler bu eski aileyi de eninde sonunda yakalayacaktı.
Altı yüz yıl sonra bölgedeki beylikler ve diğer krallıklar tek bir imparatorluğun altında birleşmiş, birleştirilmişti. Eski göçebe törelerinin, bölgenin geleneksel yapısının ve dünyada yaşanan değişimlerin sentezini oluşturan bir yapı ile bu imparatorluk çok yukarıda duruyordu. Karakamlar ise geride ve yalnız kalmışlardı. Eninde sonunda beyliğin daha geleneksel ve eski güçleri, imparatorluğun daha kompleks ve verimli çalışan ordusuna karşı yenildi. Yine de bu yenilgi beyliğin sonu olmadı, beylik bu yeni imparatorluğun altında özerk bir şekilde yaşamaya devam etti. Yavaş yavaş devasa imperyal mekanizmaların bir parçası olmaya, bu muazzam canlı tarafından sindirilmeye başladı. Fakat beyliğin soyluları imparatorluğun engin bürokrasisinde önemli yerler alarak var olmaya devam ettiler, aynı şekilde göçebe savaşçılar da her nesilde merkezi orduya ve yerel kanun güçlerine destek verdiler. Böylece beylik yine bir şekilde tuhaf bir inadın gücüyle sağ kalıyordu. Buna rağmen nehir bütün acımasız tarafsızlığıyla akacaktı.
Yavaş yavaş feodalite geride kaldı ve her şey modernleşti. Mal ve mülk soyluların elinden alındı, daha kapitalist sistemlere geçildi. Ordu da değişime uğradı ve çağdaş bir yapıya büründü. Durum böyle olunca Karakam ailesinin elinde askeri bir güç de kalmadı. Ellerinde kalan nüfuz ve servetle hayvancılık, çiftçilik ve ticaret üzerinde şirketler kurdular. Ailenin çok ciddi bir bölümü farklı yıllarda bu şirketin farklı ayaklarını temsil etmek veya daha fazla verim sağlayacakları şubeler açmak üzere evinden ayrıldı.
Genç efendi muhtemelen kendisinin bu ayrılan kollardan birisi ile kan bağının olduğunu düşündü.
İş hayatı ile uğraşmak istemeyen birçok aile üyesi ise ya siyasete atıldı ya da askeri harp akademisine giderek subay oldu. Karakamlar çevrelerinde bulunan bölgede hâla nüfuz sahibiydiler ama tabii ki eski zamanlara kıyasla bir anlamı yoktu. Aradan yıllar geçtikçe aile de giderek daha fazla güç ve üye kaybetti, ta ki merkezi şirketin işleri ile ilgilenen tek tük isimden başka bir şey olmayana kadar.
Savaş kitabı burada kapattı ve yanına koydu. Bir süre koltukta oturdu, okuduklarını düşündü, üzerine geldiği bu mirası ve sorumlulukları aklından geçirdi. Büyük bir değişimdi, büyük bir yüktü. Kesinlikle buna hazır değildi ama gerekirse kendini hazır hale getirirdi. Şu anki psikolojik durumu atlatsın bu yeterdi. Sonra kitabı kütüphaneye geri koymak üzere hareketlendi, eski yerine yerleştirdi. Diğer kitabı da o an gördü, onun da bir ismi yoktu. Onu çekti, sayfalarını karıştırdı. Bu da bir defterdi ama az önceki kişiye ait değildi. Bir günlük gibiydi, okumaya başladı.
Onun kitapları karıştırdığı bu esnada mutfağın üzerinde duran ofisin kapısı açık duruyordu. Kimse oraya girmemişti, kimse kapıyı açmamıştı. Kapının arkasından ise yaşlı bir adam, öfke, kibir ve muhakeme dolu gözlerle onu izliyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder