24- Kara Köşk'ün Efendisi Bölüm 2: Varis (Spooktober '22)
Sabah gereğinden erken gelmişti ama daha gün ağarmamıştı. Saatlerce uyumuş gibi gelse de ona, aslında sadece birkaç saat kapatabilmişti gözlerini. Ciğerlerine odanın havasını çekmek istiyordu ama pencere de kapı da gece boyunca kapalı kalmıştı. İçerisi olabildiğince havasızdı. Boğulacağını düşündü kısa bir an için ama sonradan yatağın üstünden sürünebildi. Kalp atışları hızlandı, panik yapıyordu. Derin derin nefes almaya çalıştı ama ciğerleri ve gırtlağı buna izin vermiyordu. Boğazından ve karnından iğrenç gürültüler çıktı, ölmekte olan bir av hayvanı inliyordu sanki. Eliyle göğsüne vurdu. Yataktan kendini aşağıya attı, yerde süründü. Birilerinin onu duyabilmesi için eliyle zemine yumruklar attı, belki alt kattakiler yardıma gelirlerdi. Bunun yetmeyeceğini düşündüğü noktada duvarlara dayandı, duvarlara vurdu. En azından yan odadakiler duyabilirdi. Eliyle aynı duvarları tırmalayarak ayağa kalkmaya çalıştı fakat beceremeyip yeniden yere düştü. Ciğerleri hâla hava almıyordu, öğürüyor, inliyor, çaresizce yardım çağırmaya çabalıyordu. Çığlık atmak istedi, atamadı. Kapıya uzanmak istedi uzanamayıp yeniden yere düştü. Raflara, dolaplara, duvarlara dayana dayana zar zor ayağa kalktı ve bütün ağırlığını kapı koluna verdi ama kapı kilitlenmişti. Kalp atışı daha da hızlandı, içindeki bir makine onu delicesine hareket etmeye zorladı. Yine yerlerde süründü. Parmaklarının ucuyla düz zemine tutunmaya çalışıyor ve o noktadan kendini ileriye itiyordu. Pencereye ulaşacaktı, oradan yardım isteyecekti. Süründü, kendini ileriye itti, hareket etti. Sadece hayatta olduğunu hatırlamak için bile hareket etmeye çalışıyor olabilirdi. Ciğerleri iyice zorlanıyordu, boğazı iyice boğuyordu onu. Çıkardığı ses gittikçe daha korkutucu bir hâl alıyordu.
Sürüne sürüne pencerenin yanına geldi ve bir kez daha duvarları tırmalaya tırmalaya kendini yukarıya çekti. En sonunda başı ile pencere aynı hizaya geldiğinde camdan dışarıya bakınca arazideki yolda beyazlı kadını yeniden görünce çığlık atarak geriye sıçradı. Sonunda doğru düzgün ciğerleri düzelmiş, gırtlağı onu boğmaktan vazgeçmişti. Sonunda doğru düzgün nefes alabiliyordu. Doğru düzgün nefes alabiliyordu ve sonunda o sesi çıkarmıyordu. O sesi çıkarmıyordu, peki neden hâla aynı iğrenç gürültü geliyordu? Yavaşça ayağa kalktı, gözleri dolmuştu. Kalp atışı yeniden hızlanmış, dudakları titremeye başlamıştı. Çok ağır ve dikkatli adımlarla pencereye yaklaştı, beyazlı kadın artık orada değildi ve korkunç hırıltı daha da yakınlaşmıştı, arkasından geliyordu. Gözleri yanıyordu ama göz kapaklarını indiremiyordu. Gözlerini kapatırsa bir şeylerin yanlış gideceğinden emindi, Hiçbir şey yapmadan öylece durursa belki kötü bir şeyler olmayacaktı. Yanlış ve zayıf bir umuttu, yine de bir çıkış olasılığıydı. Ne olduğunu bilemeden o panik haliyle ciğerleri yeniden onu zorlamaya başlamıştı, boğazını sıkan şeyin de gırtlağındaki düğüm mü yoksa korku mu olduğunu anlayamıyordu. Gözlerinden damlalar yanaklarından aşağıya doğru süzüldü. İstemsizce yutkundu, dizleri titriyor, yüz ifadesi seyiriyordu.
Kapı sertçe çaldı.
Yavaşça arkasına doğru döndü, o döndükçe gözleri başka bir yöne bakmakta ısrar etti. Bir anlığına onu gördüğünden beri içine bakmaktan kaçındığı ve bunu her düşündüğünde dehşete düştüğü gözleri gördüğünü sandı, bir anlığına. Belki de boşluğun içine, havaya bakıyordu. Bunu asla anlayamadı. Zihni o boşlukta kaldı, orada olduğunu sandığı gözlerde kaldı.
Kapı baştan sertçe çaldı. Savaş cevap vermeyince bu sefer anahtar sesi duydu ve kapı açıldı. Kendisini köşkün girişinde karşılayan kadın vardı kapıda, yüzünde genç adamı içinde bulduğu tuhaf durumdan kaynaklanan bir şok hali vardı.
“Salonda kahvaltı hazır, gelmez misiniz?”
Savaş hiçbir şey yapmadan kadına bakakaldı, sonra karnının kazındığını fark etti. Sakinleşti, aşağıya indi.
Savaş’ı karşılayan kadının ismi Meryem’di ve köşkün genel bakımından sorumluydu. Meryem’in kardeşi Osman yapının sorunlarını çözmekle görevliydi, her zaman tamir ettiği bir şeyler oluyordu çünkü hiçbir zaman köşk tam anlamıyla sağlam durmuyordu. Serpil köşk mülkünün çevresindeki hayvanlarla ve bahçelerle uğraşıyordu. Köşkün kendi arazisinde ekili bir ürün veya güdülen hayvanlar yoktu fakat aile şirketine bağlı topraklarda pek çok tarla ve sürü vardı. Erkan Bey ise şirketin işlerini yönetiyordu, aile hesaplarını o yapıyor ve evrak hareketlerini kontrol ediyordu. Savaş’ı köşke getiren daveti de o hazırlamıştı. Köşk’te pek kalmazdı, kontrolleri yapıp geri giderdi. Diğerlerinin onun hakkındaki fikirleri pek iyi değildi ama bu durum yabancılıktan kaynaklanıyordu.
“Ormanda dolaşan birileri var mıydı?” diye sordu Savaş. Serpil cevapladı.
“Bu ormanda genelde birileri dolaşmaz. Köşkün kendisinden ve içinde yaşayanlardan korkarlar. Köşktekiler genelde orman, dağ ve onları çevreleyen alandaki otoriteyi ellerinde tutmuş kişiler olurlar. Bu yüzden yerli halk korkar, hep korkmuştur. Birileri ağaçlar arasına girerse en çaresiz olanlardır. Haydutlar, kaçaklar, eşkiyalar, dışlanmışlar… Genelde çoğu sağ çıkmaz, orman soğuk ve ıssızdır. Yiyecek, sığınacak bir yer yoktur. Bazıları köşke girmeye çalışır ama duvarlar yüksektir ve köşk hep korunur. En azından korunurdu, son yıllarda bunu da bıraktık çünkü zaten artık kimse gelmiyor. Eski efendi zamanından beridir ev tek başına duruyor.”
“Bu doğru değil aslında.” diye söze girdi Meryem. “Bir kişi köşke sızmayı başarabilmişti. Köyde karısını öldürdükten sonra kaçmış. Köyde nereye gittiğine dair bir iz bulunamamış çünkü kendisi dağda ormanda çölde çok vakit geçirmiş. Köşk topraklarına da aynı yeteneklerle sızabilmiş ama nöbetçiler içeriye birisinin girdiğini anlayabilmiş. Bu olay köşkün son doğrudan varisinin de ortadan kaybolmasının ardından gerçekleşmiş. Son efendinin de öncesinde. Aile dağılınca uzak akrabaları köşke çağırmak istemiş şirket ama kimse gelmemiş. Doğrudan kan bağı olanlar çağrılıyormuş ve hepsi de ev hakkında anlatılanları biliyormuş. Firari işte bu zamanda köşke girmiş. Evde sadece tek bir varis varmış, kimliği bilinmeyen, kayıtlara geçmeyen bir varis. Kaçak eve girdikten sonra nöbetçiler insanın kabuslarına dadanan bir çığlık duymuşlar. Sabaha kadar evde bu katili aramışlar, bulunamamış. Ta ki bir gün mahzeni yenileyene kadar. Duvarları kırınca kaçağın çürümüş cesedini kırıkların ardındaki toprağın içine gömülmüş bir halde bulmuşlar. Mahzenin duvarları yüz yıldır o şekilde duruyormuş. Nöbetçiler de dışarıda kimsenin bir şey gömdüğünü görmemişler. Zaten toprak da taze durmuyormuş. Ceset kesinlikle kaçağa aitmiş. Onu yüz yıl önce oraya gömmeleri gerekmiş. Bu yüzden mahzene inmiyoruz, en azından Osman hariç. Böyle şeylerden korkmuyor o. İnanıyor ama korkmuyor. İnançlı insanların başına böyle şeylerin geleceğini düşünmüyor.”
“Peki ya geri kalanınız?”
“Biz delicesine korkuyoruz.”
Kahvaltının devamını sessizce yaptılar. Doyduktan sonra herkes kendi işine bakarken Savaş da köşkün içinde dolaştı. Merdivenleri çıkarken gözleri geniş salon boşluğunu taradı. Yemek masasının üstünde, tüm salona ve köşke egemen bir yükseklikte eski efendinin tablosu asılıydı. Gözlerindeki bakış merhametsiz, keskin, katı ve duygusuzdu ama efendi gençti. Ya evde yaşayan insanlara da ya insanlardan başka orada duran diğer şeylere meydan okurcasına bakıyordu. Duruşu dik, yüz hatları somut ve belirgindi fakat bedeninin çevresini saran renkler doğal olamayacak kadar soğuk ve soluktu. Savaş o resme baktıkça bedeni de eski efendinin duruşunu taklit etti, yüz ifadesi onunki kadar hissizleşmişti. Nefessiz kaldığını anlayınca dengesi bozulup yuvarlana yuvarlana basamaklardan aşağıya düştü.
Gözlerini açtığında salondaki koltuklardan birinde uzanıyordu, sarkaçlı saat çalmaya başlayınca aradan çok bir şey geçmediğini anladı. Diğer herkes başında bekliyordu. Yattığı yerden acele etmeden doğruldu. Başı, sırtı, omuzları ve bacakları sızlıyordu. Ayağa kalkmaya çalışınca sağ bacağındaki ağrının çok ciddi olduğunu gördü, topallıyordu. Bunu gören çalışanlar bir anlığına birbirlerine baktılar, sonra efendiye ayakta durması için yardım ettiler. Savaş derin bir nefes aldı ve birkaç adım kendi başına yürümeye çalıştı. Köşkün ortasındaki kocaman boşlukta topallaya topallaya dolaştı biraz, sonra kendini yeniden koltuğa attı. Diğerlerini iyi olduğu yönünde temin etti sonra da buraya gelişinin her şeye rağmen iyi bir fikir olup olmadığını sorguladı. Diğer her şeyi düşününce bunun doğru karar olduğu kanısına vardı.
İşler bitince ve herkes yorgun düşünce gece yine herkes yatak odalarına çekildi. Savaş bu sefer hemen uyumadı, uyuyamadı. Dün gece bilincini kaybetmesinin üzerine bugün üzerinde bir huzursuzluk vardı. Göremediği bir yük sırtına binmişti, kulaklarına kavrayamadığı görevler ile sorumluluklar fısıldanıyordu. Zihni dağınıktı ama buradaki hayata alışırsa ve üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmekte başarılı olursa iyi bir şeylerin olacağına emindi. Yine de başka düşünceler aklının köşelerinde saklanıyordu. Evrimsel biyolojinin eski zamanların insanlarının ilkel bilinçlerine kazıdığı tepkisel düşüncelerdi bunlar. Savaş birazdan neden bu düşüncelerinin hareketlenmeye başladığını öğrenecekti.
Burnuna önce bir yanık kokusu geldi. Ağır bir koku değildi ama almaması gerekiyordu bunu. Ormanda kimse dolaşmadığına göre ağaçların arasında bir şey yanıyor olamazdı, köyde yangın çıksaydı da bunu görebiliyor olmaları gerekirdi. Yani her ne yanıyorsa ya evin içinde ya da mülk topraklarındaydı. Savaş’ın zihni kokuyu aldıkça geldi gitti, genç efendi kendinden geçti. Tam gözlerini kapatıp yeniden bilincini kaybedecekti ki yine duydu o sesi ama bu sefer ciğerleri doğal akışında işlemeye devam ediyordu. Bilinci hemen kendine geldi ve bir kez daha hayatta kalma güdüsü devreye girdi. Yatağından doğrulup çevresine baktı, odada kimse yoktu. Hemen pencerenin yanına gitti, perdeyi araladı. Dışarıya saf karanlık hakimdi, beyazlı kadın oralarda bir yerdeydi ama onu göremiyordu. Yatağına dönecekti ki birisi kapı kolunu çevirdi bir kez daha.
Savaş hiçbir şey yapmadan kapıyı izledi ama bir şey olmadı. Kapının dışında birisinin odadan uzaklaştığını duydu, adımların çıkardığı seste bir tuhaflık vardı. Sanki dışarıda yürüyen kişinin ayağında bir şey yoktu.
Genç efendi delilik ve aptallık dolu bir cesaretle kapıya doğru hızla yürüdü, kapı kolunu çevirip kendine doğru çekti ve dışarıya baktı. Köşkün içini kaplayan hiçliğin karanlığında hiç kimse görünmüyordu. Birkaç adım dışarı attı, sonra tam yeniden içeriye dönüyordu ki eliyle kapı kolunu tutunca ıslaklığı fark etti. Birisi gerçekten de kolu çevirmeye çalışmıştı ve eli ıslaktı.
Savaş baştan dışarıya döndürdü vücudunu. Hemen tahta parmaklıklara yaslanıp aşağıya salona baktı. Kimseyi göremedi. Diğer odaların kapıları kapalıydı ve bir kapı sesi daha duymamıştı. Bir kez daha aşağıya baktı, oraya inmeden önce emin olmak istiyordu. Yine kimseyi göremedi.
Girişteki plak çalmaya başlayınca ve ana kapılardan ses gelince Savaş bu sefer hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalıştı odasından ama bu kez de ayağı bastığı zeminde kayınca kendisini yukarı bakar bir halde buldu. Sırtı yere vurunca yine nefesi kesilmiş ve ciğerleri yine durmuştu ama hemen ayağa kalktı. Nefesini kontrol etmeye çalışarak etrafına bakındı, yerde ıslaklıklar vardı. Bunu dikkatli inceleyince bu ıslaklıkların ayak izleri şeklinde merdivenlere indiğini gördü. Parmaklıklara tutuna tutuna hızlı ve telaşlı adımlarla bu izleri takip etti. İzler merdivenlerden salona, oradan da girişe gidiyordu. Süratle salona indi ve girişe geçti. Ana kapılara vardığında hemen eliyle iki kanadı birden iki yana doğru açtı ve gördüğü şey karşısında inleyerek kendini geriye fırlattı.
Yanmış bir beden yürüyerek köşk topraklarında yürüyordu. Arkasından da ıslak ayak izleri bırakıyordu.
Savaş geriye düşünce eliyle tuttuğu kapılar yeniden kapandılar. Genç adam kendini ayağa kaldırıp dehşet içinde kapıları yeniden açınca dışarıda kimseyi göremedi.
Köşkün ondan önceki varisi eski efendi de yanarak ölmüştü.
Yorumlar
Yorum Gönder