Spooktober 15 - Vadideki Yurt Dördüncü Bölüm
Yansımayı görür görmez elimi kitaptan çektim. Üzerime nüfuz eden çekinme duygusunu aştıktan sonra gözlerimi yansımadan ayırıp yavaş yavaş arkama doğru çevirdim. Oda boştu. Kimse yoktu. Emin olmak için gözlerimi rafların, masaların arasında biraz daha gezdirdim. Bir şeylerin, göremediğim köşelere saklanmış olma ihtimali beni rahatsız ediyordu. Kitabı incelemek üzere elimi kapağa doğru geri götürüyordum ki aynı alarm hissi tekrar bedenimi sardı. Bakışlarımı penceredeki yansımaya çevirdiğimde ise bu alarmın kaynağını gördüm, bir kez daha arkamda duran ve her hareketimi inceleyerek bakan kalabalığı. Sanki kitaba dokunmamı bekliyorlarmış gibi bir halleri vardı. Bunun üzerine herhangi bir hareket yapmadan kitabın kapağına baktım, elimi hiç sürmeden. Kitabın üzerine isminin ve yazarının ismi yazıyordu.
“Anahtar - Erdem Söz”
Hafızamın bir köşesinde karanlık lekelerini bırakmış olan okuduğum bu kelimeler dehşet vericiydi. Önümde duran kitap, bir çok insanın adını bile anmadığı, varlığını unutmaya çalıştığı nadir şeylerden biriydi. Yansımasını gördüğüm kalabalığın niyetleri hakkında daha da korkmuştum, eğer bu kitap hakkında söylenenler doğruysa, ki şu ana kadar yaşadığım her şey bunu doğrular nitelikteydi, kitabı ellerime almamı bekliyorlardı. Kitabı aldığım zaman dönüşeceğim şeyi, başıma gelebilecek olayların boyutlarını,çirkinliği hayal edemiyordum, ama arkamda duran soğuk, duygusuz yansımaların bir fikri var gibiydi.
Anahtar isimli kitap, yurdun bulunduğu bu vadiye de adını veren deli bir matematikçi tarafından yazılmıştı. Yüzyıllar, belki de bin yıllar önce Doğu’dan Batı’ya olan uzun yolculuğunu tamamlamaya çalışan isimsiz bir keşişin çalışmaları üzerine kurulmuştu. Keşiş hayatın, zihnin veya ölümün sırlarını, sınırlarını bulmak üzere bu yolculuğa çıkmıştı. Yolculuğunu asla tamamlayamamış olduğu vasrayılıyordu çünkü yolculuğunu bitirdiğini gösteren herhangi bir kanıt bulunamıyordu. Yine de çalışmalarını yazdığı bir kitabı tamamlamıştı. Ama vardığı sonuçlar o kadar dehşet vericiydi ki kitaba bir isim koymamıştı, isimsiz kalmasının herkes için daha iyi olacağını düşünmüştü. Böylece İsimsiz Keşiş’in İsimsiz Kitabı ününü yaymaya başlamıştı, elden ele gezerek, ağızdan ağıza dolaşarak. Yıllar yıllar sonra kitabın somut varlığı unutulmuş ve geriye sadece efsanesi kalmıştı, ki böyle kalsaydı herkes için gerçekten de daha iyi olurdu. Cumhuriyetin kuruluş dönemlerine gelindiğinde ise, yeni kurulan Tarih Kurumu’nun da teşvikiyle arkeolojik, kültürel ve antropolojik çalışmalar başlatıldığında bu kitap yine gün yüzüne çıktı. Kitabın yazıldığı dil, barındırdığı çizimler, şemalar, semboller ve üzerine yazıldığı materyal herkesi dehşete düşürmüştü, yine de insanlığın merak duygusu durdurması zor olan müthiş bir güçtü. İşte deli matematikçi Erdem Söz’ü saran duygu da bu merak duygusuydu.
O zamanlar daha “Deli” lakabını almamıştı ama matematik alanında yürüttüğü çalışmalar, insanların alışkın olmadığı yeni sistemleri, uygulamaları getirmesi ve bu uygulamaların şaşırtıcı bir şekilde bilimin bazı köşelerinde kullanım bulması ismini oldukça yaymıştı. Ama eline geçen İsimsiz Kitap ile birlikte isminin çok daha fazla ileriye taşınacağını bilmiyordu. Kitabı inceleme, çözümleme amacı, doğaüstü denilen konulara duyduğu ilgi değildi, ilgisizliğiydi. Kitaptaki okült dile, sembollere ve çizimlere, tarihçi ve antropolog arkadaşlarıyla yürüttüğü yoğun çalışmalar ile hemen bir açıklama getirecek ve tüm bu deliliği sonlandıracaktı. Fakat o çalışmalar ile birlikte delilik kendisini buldu. İsimsiz Kitap üzerine çalışıp hazırladığı notlar, ulaştığı sonuçlar onu bambaşka amaçlara taşımıştı. Matematiğin bilinen herhangi bir mantığa, tutarlılığa aykırı olan yeni alt dallarını çözümlediğini iddia ediyordu, iletişim için kullandığımız dilin bilinen işlevlerinin çok ötesine geçebileceğini söylüyor, inşa edilen düşünce akışlarını yeniden yapılandırdığımızda bambaşka bir dünyanın insanlığı beklediğini anlatıyordu. İşte bu kitabı okuduğu, dinlediği hatta ona dokunduğu söylenen her bir insan hakkında dolaşan efsanelerin kökeni buydu. Kitap, sebep sonuç ilişkisiyle işleyen tek boyutlu lineer mantığı çembersel, kendi üzerine katlanan bir biçime sokuyordu. Gözlemlenemez şekillere çevrilebilen bambaşka düşünce tarzları getirdiği, insan algısını, sezgisini, anlayışını günlük yaşamın çok daha ötesine taşıdığı söyleniyordu. Kitabın içeriğini bilmek bile başlı başına bir eylem, bir hareket, bir değişim oluyor ve o sözde yeni dünyanın kapıları açılıyordu.
İşte o an arkamda duran art niyetli kalabalığın da benden istediği buydu. Kitapla etkileşime geçmemi istiyorlardı, ne olacağını görmek istiyorlardı. Çarpık bir biçime mi dönüşecektim, olduğum yerde kahkahalar, çığlıklar atıp delirecek miydim bilmiyorum. Çünkü kitaba dokunmadım. Elimi oradan çekip yavaş yavaş geriledim, penceredeki yansımalarından bana bakan başka dünyacıl figürleri izleyerek. Ve insanlık aşkına, o figürlerin yüzlerindeki ifade. Onların isteklerini reddedince bağırdıklarını, çığırdıklarını görebiliyordum. Berbat ses tonlarıyla içimi paramparça etmek, zihnime nüfuz edip yok etmek istiyorlardı. Ardına kadar açtıkları ağızlarının içinden, bu dünyadan kaçıp içinde hapsoldukları sonsuz karanlığı görebiliyordum.
Yarım daire şeklindeki meydandan çıkıp yansımaları arkamda bırakmıştım ama bu sefer koridorlardan yine o karanlık, çarpık ninniyi duydum. Nedense kelimelerini bu sefer seçebiliyordum, her ne kadar telaffuz edemesem de az çok ne anlama geldiklerini kavrayabiliyordum. Keşke kavramasaydım. Mide kaldıran, düşünülebilmesi imkansız sanacağınız şeylerin başıma gelmesini diliyordu. Olduğunu bilmediğim varlıklardan bahsediyor, yaşadığım günler ve yaşayacağım günlerde bu varlıkların bana nasıl saldıracaklarını söylüyordu. Daha fazla dinlemek istemediğimden kendimi hemen kapısı açık odalardan birine atıp kapıyı kapattım. Aynı olayı bir kez daha yaşıyordum, ama zaten arkamdan gelecek herhangi bir fısıltı, dışarıda ninniyi söyleyen varlıktan daha kötü olamazdı. Odaya girdiğimde ninniyi söyleyen varlığın geçen seferki gibi yaklaşacağını düşündüm ama dışarıdan sadece bir kahkaha sesi geldi, sonra bütün sesler kesildi. Her yere ve her şeye rahatsız edici bir sessizlik hakim oldu. İçerideki sandalyelerden birini kapının koluna dayadım ve bir iki adım geri çekildim. Buraya geldiğim andan beri sürekli bir şeyler duyuyordum, fırtına, ninni, bekçi, sürtünme sesleri, kahkahalar, gıcırtılar… Tanık olduğum sessizlik sanki şu ana kadar yaşadığım her şeyden daha beter bir kaderin habercisi gibiydi.
Kafamda dönen paranoyak duygulardan, düşüncelerden kurtulmak istiyordum, ruhum, zihnim her saniye, her saat ile daha fazla çöküyordu ve yavaş yavaş sınırıma yaklaştığımı hissediyordum. İşte bu anda duvardaki çizimleri gördüm. Tuhaf tuhaf yerler, binalar, kişiler resmedilmişti. Bir tanesinde elinde fener tutan bir figür vardı ama benim aksime bir yerden kaçmaya değil, bir yerleri araştırmaya gidiyordu. Başka bir tanesinde bir göl yer alıyordu, ama gölün suları tersine hareket ediyor gibiydi, göl kütlesinden yukarı doğru hareket eden su damlaları vardı. Bir resimde simsiyah bir köşk yer alıyordu, bir başkasında evlerin, yolların, mezarların ve insanların döndüğü, eğrildiği, birleştiği ve ayrıştığı bir yerleşim… Odanın başka yerlerinde başka eşyalar vardı, çantalar, kağıtlar… resimler… Kağıtlar resmi kağıtlar gibiydi, birisine ait belgeler gibi. Burada her kim kalıyorduysa çıkmaya hazırlanıyordu ama belli ki kaçamamıştı. Tüm eşyaları, giysileri buradaydı. Belgeleri inceleyince gördüğüm şey, orada yazan ismin bana ait olduğuydu.
Bekçinin odasında bulduğum kayıt defterindeki girdiyi hatırladım. Kendi ismimi, kaldığım söylenen odayı, buradan asla çıkamamış olmamı… Olabilir miydi? Yaşadığım bunca şeyin anlamı bu muydu? Bu aptalca düşüncelerden çabucak kendimi çekip aldım, böyle düşünmenin hiçbir şekilde faydası olamazdı. Ama sonra resimleri gördüğümde farkettim. Oradaki yüzü... kendi yüzümü… Resim neredeyse yüz yıllık olduğundan ayrıntılar belli değildi ve başkasına ait olması da çok olasıydı. Ama içinde bulunduğum durum, kayıtlarda ve belgede gördüğüm isim ile de birleşince çok net ve korkunç bir anlam ortaya çıkıyordu. Yine de zihnimin beni gerçekliğe geri bağlamaya çalışan bir parçası, çok çok küçük bir parçasıydı bu ama yine de savaşmaya devam ediyordu, bu kişinin eski veya uzak bir akrabam olabileceğini söylüyordu. Önceki kadar lanetli bir kader olmazdı bu, durumumu daha da normal yapmazdı, ama kesinlikle kabul edilebilecek bir açıklamaydı.
Ben odanın içinde kendimi bu varoluşsal sorulara boğmuşken dışarıdan bambaşka sesler geldi. Bir sürü ses geldi. Her yerden. Sanki tüm yurt binası ayaklanmıştı ve şimdi de her bir organı çalışmaya başlamıştı. Olanlar bir nevi böyleydi zaten. Yavaş yavaş kapıya yaklaştığımda kapıların açıldığını duyar gibi oldum. Yüzlerce kapının. Şimdi dinlemekte olduğum koridorlardaki yüzlerce kapının. Ardından ise adım sesleri geldi, binlerce ayak sesi. Bazıları normaldi, bazıları ritimden yoksundu. Sadece adım sesleri de yoktu. Sanki iğrenç, yapış yapış eklemler hareket ediyormuş gibi sesler de geliyordu. Sürünme sesleri de geliyordu, hem mekanik sürünme sesleri, hem de daha yumuşak ama rahatsız edici tonlar. Yukarıda temizlik yapmaya çalışan puslu varlığın sesini de duydum. Koridordan sızlana sızlana, bağıra bağıra geçiyordu. Girişte beni karşılayan ölü bekçinin sesini de duydum. Herhangi bir duygudan yoksun tonuyla konuşmaya devam ediyordu. Herhangi bir duygudan yoksun olan sadece o da değildi, az önce beni gözetleyen ve kitaba uzanmamı dört gözle bekleyen kalabalığı da duydum, tabi bu durumda kendilerinden çok daha büyük bir kalabalığın parçasıydılar. Ama konuşmaları, tartışmaları hala tanınıyordu ve bu sefer benim hakkımdaydı. Ne söylediklerini anlayamıyordum ama kendilerince hala sinsi planlar yapıyorlardı, hala kitaba ulaşmamı bekliyorlardı. İşin tuhaf kısmı ise az önce yaşanmış olan şeylerin daha yaşanmamış, ileride gerçekleşecekmiş gibi konuşulması idi. Hepsinin ardından ise yine o ninni geldi. Başıma bin türlü berbat şeyin gelmesini dileyen, adlarını anmayacağım, varlıklarından konuşmayacağım yaratılardan bahseden ninni. Kapının önünden kahkahalarla geçti. Sanki tüm bunlar olmuş da büyük bir zafer kazanmış gibi. Hepsinden sonra ise çok daha yakından tanıdığım başka bir ses geldi. Asla yıkılmayacak, solmayacakmış gibi devam eden soğuğun ölümsüz uğultusu. Fırtınanın bu uğultusu tüm diğer sesleri kesti ve yok etti.
Nedense fırtınanın uğultusu bana odadan çıkmak için gereken cesareti verdi ve koridora adım attığımda gerçekten de bütün kapıların açılmış olduğunu gördüm. Yerlerde ayak izleri vardı, yerleri süpüren puslu varlığın kullandığı eşyalar da yolda duruyordu. Söz’ün Anahtarı da yoluma koyulmuştu, belirli beklentilere çok uygun bir şekilde. Duyduğum seslerin, yüzlerce farklı varlığın oluşturduğu güruhun hareketlerinin buradan geçtiği su götürmez bir gerçekti.
Dışarıdaki soğuğun içimi ne kadar donduracağını daha fazla düşünmeden olabildiğince hızlı bir şekilde girişe doğru koştum. Metalik kapının olduğu yere, ilk kez girdiğim koridora, ve gelmiş olduğum koridora son bir kez baktım. O karanlıkta beni izlemekte olan yüzlerce gözün olduğuna yemin edebilirim. Zihnimi daha fazla yormadan kendimi dışarı attım. Yurttan çıkmıştım, fırtına hala kar taneleri ile tenimi kamçılıyordu, ölüm soğuğu, ruhumdaki tüm canı çekiyordu ama içimde varoluşumu korumaya yönelik bambaşka bir içgüdünün verdiği bambaşka bir güçle tabiatın acımasız umursamamazlığına göğüs gerdim ve beyazlığın içinde yoluma devam ettim. Bir noktada yaşadıklarımın gerçek olup olmadığını sorgulayınca dönüp yurda baktım. Yurdun pencerelerine yerleştirilen engeller, örtüler, tahtalar… Hepsi gitmişti. Fırtına beyazlığı pencerelere vuruyordu. Bu ölü beyazlığın yok denecek kadar az ışığında ise yüzlerce berbat yüz, duygulardan arınmış, art niyetli gözleriyle bana bakıyordu, bir zafer havasıyla.
Yorumlar
Yorum Gönder