Spooktober 22 - Kızılkoğuş Birinci Bölüm

Bölüm değiştirmiş bir arkadaşımdı benim Kızılkoğuş’a gelmemi isteyen. Sıradan günlük hayatım iyice boğucu bir hale gelince yeni bir atmosferi içime çekeceğimi, bu ziyaretin güzel bir değişiklik olabileceğini söyleyerek beni ikna etti. Yapacak daha iyi bir işim yoktu ve o noktada herhangi bir değişikliği kabul ederdim, öyle de yaptım ama bunun ne kadar kötü bir karar olduğunu o an bilmiyordum. Kızılkoğuş, Enstitü’nün diğer kampüslerinin aksine daha çok sosyal bilimler üzerine eğiliyordu. Antropoloji, arkeoloji, tarih gibi bilimlerin eğitimi veriliyor ve verilen bu eğitimin öğrencilerin kafasında daha iyi yer edebilmesi için gerekli araç ve yöntemlerin hepsi kullanılıyor, hiçbir şeyden çekinilmiyordu. Bu bile buraya gelmem için başlı başına bir sebepti. Enstitü’nün Vadi kampüsünün genelde sahip olduğu boğucu, mekanik, renksiz havasından uzaklaşmam için herhangi bir sebep yeterliydi. Özellikle son zamanda yaşanan olaylar inanılmaz rahatsız ediciydi. Yurtlardan çıkan söylentiler, Kitap Vakası, göletteki kaybolmalar...
Binaya girmeden bile değişikliği hissedebiliyordum. Duvarların dışında farklı coğrafyalardan, kültürlerden getirilmiş yapılar, süslemeler, parçalar vardı ve giriş kapısı devasa egzotik sütunlar ile çevrili idi. Daha kapıdan girmeden, binanın hemen yanında yemyeşil bir vadi yer alıyordu. Tabi ki burası ile Enstitü’nün ana kampüsünün yer aldığı tekinsiz Vadi aynı şeyler değillerdi, ama bu vadinin karşısında da yine Karakol isimli bir başka kampüs yer alıyordu. Kapıdaki kontrolleri geçer geçmez içinde bir karınca gibi kaldığınız devasa salon ve açıldığı muazzam büyüklükteki koridorlar beni dehşete düşürmüştü. Herhangi bir binanın içinde bu kadar geniş boşluklar olmaması gerektiğini düşündüm nedense. Arkadaşımın beni karşılamasıyla ancak kendime geldim.
“Nasıl? Dediğim gibi görkemli değil mi?”
Ancak kafamı sallayarak cevap verebildiğim bu sorudan sonra beni koridorlarda gezdirmeye başladı. Duvarlarda eski haritaların öğrenciler tarafından yapılmış replikaları, koca koca harflerle yazılmış makaleler, tarihteki figürlerden, sahnelerden çizimler vardı. Bazı çizimler çok rahatsız ediciydi, bunlar eski kültürlerin inançlarındaki metafiziksel varlıkları gösteriyordu ve öğrenciler bu çizimlere oldukça tuhaf olan hayal güçlerini aktarmışlardı.
“Bütün bunlar öğrencilerin elinden mi çıktı?” diye sorunca ben arkadaşım heyecanlı bir şekilde onayladı.
“Orjinal çizimler ve yazılar için kütüphanede”
Bunu aklımın bir kenarına yazdıktan sonra geziye devam ettik. Merdivenlerin, pencerelerin, tavanın yüksekliğinin, buradaki her bir unsurun boyutları beni bir hiçmişim gibi hissettiriyordu. Bir yandan tüm bu boşluğun verimsizlik olduğunu düşünürken, bir yandan da aslında böyle bir yerin var olmasının ne kadar müthiş olduğunu kabul ediyordum. Binanın büyüklüğünden dolayı yeteri kadar ısıtılmamasından olacak ki soğuk bir hava hakimdi buraya. Tenimde umursamaz bir rüzgarın soğuk, hafif dokunuşlarını hissedebiliyordum. Bu noktada ürpermediğimi söylesem dürüst davranmış olmam, koridordan geçen diğer insanların duygusuz bakışları, hızlı hareketleri, koridorların köşelerinde duran heykellerle ve bu büyük boşluklarla birleşince çok ürkütücü oluyordu bu soğuk.
En azından çıktığımız bahçe iç açıcıydı. Güneş ışığının vurduğu ağaçlar, çimler, çiçekler, kediler ve masalarda oturmuş birbirleri ile konuşan insanlar buraya çok güzel bir hava katıyordu. Bahçenin köşelerinde yine heykeller vardı, farklı hayvanların mitolojik betimlemelerini yansıtan heykeller. Tam ortada ise ne çok küçük, ne çok büyük, insanın içini ferahlatan altıgen bir havuz yer alıyordu. Suyun izin verdiği kadarıyla, havuzun tabanında kültürel önem taşıyan yabancı sembolleri veya harfleri görebiliyordum. Sayabildiğim kadarıyla altı tane harf vardı, biraz dikkat edince havuzun etrafındaki ağaçların sayısının da altı tane olduğunu gördüm. Bundan arkadaşıma da bahsettim, o da hiç şaşırmamış gibi üzerine ekledi.
“Biraz daha dikkatli bakarsan bahçede dolaşan kedi sayısının da altı olduğunu göreceksin. Gelenek bir nevi.” Duruma olan şaşkınlığımı yüzümden okuyunca anlatmaya devam etti. “O zaman hazır ol, zaten Enstitü’nün geçmişinin İmparatorluk zamanlarına kadar uzandığını biliyorsun. Burası da en eski Enstitü binalarından birisi ama her zaman öyle değilmiş. Bir zamanlar burası bir hapishane imiş. Hatta Enstitü, şu anki haline dönüşmeden önce, hala İmparatorluğa bağlı askeri bir eğitim kurumu iken oradan araştırmacılar gelip burada, suçlular üzerinde araştırmalarını yapıyorlarmış. Sonra savaşlar birbiri ardına patlayınca bu binayı askeri bir hastaneye çevirmişler, aşağıda bulunan kat ise morg olarak kullanılmış ve anlatılanlara göre dolup taşmış. Daha sonra tabi Enstitü’ye devredilmiş her şey. Ama en çılgıncası bunlar bile değil. Burası hapishane olarak kullanılmadan önce bambaşka bir şeymiş, Bilgelik Evi olarak adlandırılan bir yer. Sonra bir şey olmuş, ne olduğunu bilmiyoruz. Kötü bir şey… bugün bile duvarlarda başka varlıklardan bahseden yazılar görünüyor diyorlar. Tabi ben hiç görmedim. O olaydan sonra tüm binayı hapishaneye çevirmişler. ”
Arkadaşımın her söylediği kelime ile şaşkınlığım daha da yüksek noktalara taşınmıştı ama aynı zamanda rahatsız da oluyordum çünkü böyle hikayeleri okulumun başka noktalarında da duyuyordum ve buraya gelmemin sebebi böyle şeylerden kaçmak istemem idi. Arkadaşım da bunu anlamış olacak ki hemen konuyu değiştirdi.
“Ama sana buraya neden Kızılkoğuş dediklerini göstermek istiyorum. Kızıl kısmını tabi, koğuş kısmını değil. Güneş batınca duvarlara yansıtılan ışık ile her yer sıcak renklere bürünüyor, büyüleyici bir görüntü. Burada kal, akşamı bekleyelim, kendi gözlerinle görmen gerek.”
Onun bu teklifi üzerine tuhaf meseleleri bir kenara koyup zaman öldürmeye başladık. Çevremizde geçen soğuk kişilikleri çekiştiriyor, hiçbir hareketimize tepki vermeyen kedilerle ve soğuk ölü gözlerle, boşluğa bakan heykellerle dalga geçiyorduk. Yemek yedik, koridorlardaki çizimleri inceledik, yazıları okuduk. Bir süre hiçbir şey söylemeden, sessizce pencerelerden yeşil vadinin karşısında yer alan Karakol kampüsüne baktık, karanlık çöktükçe Karakol’un üzerine de bir kasvet çöküyordu. Yeşil vadi de yeşil tonlarını griye, siyaha bırakıyordu. Manzaranın melankolik keyfini çıkarırken, arkadaşımın yanına biri yaklaştı, kulağına bir şeyler fısıldadı ve geri gitti.
“Biraz işim var, gece on gibi girişte buluşalım, zaten o sıralarda kapanır buralar”
Başımı sallayıp onayladım ve arkadaşım artık her ne işi varsa onu yapmak üzere uzaklaştı. Artık bu geniş, boş koridorlarda yalnızdım.
Hava iyice kararana kadar yeşilliklerin karşısında kalan Karakol’u seyretmeye devam ettim kendi başıma. Karakolun pencerelerinden çıkan küçücük ışıklar, yol boyunca tüm o karanlığı delip bana ulaşabiliyordu bir şekilde. Ama nedense bu ışıkların kendi içinde, çözemediğim bir mesaj taşıdıklarını hissettim. Nasıl bir niyetle söylendiklerini çözemediğim bir anlatı vardı ve o anlatı içime oturup kaldı. Artık karanlığın hüküm sürdüğü yeşilliklerden de tek tük ışık geliyordu ve onların da taşıdığı mesajlar vardı. Bu durumdan iyice rahatsız olunca yüzümü pencereden çevirdim, ve Kızılkoğuş’un geniş koridorlarında biraz daha gezme kararı aldım.
Büyük, boş koridorlar loş ışıklandırmayla daha da ürkütücü görünüyordu. İnsanlar hala koridorlarda dolaşıyorlardı ama gecenin karanlığı, koridorun boşluğu ve insanların soğukluğu sanki kötü bir niyet ile oluşturulan bir kompozisyonu andırıyordu. Kimse ile göz göze gelmemeye çalışarak adımlarımı atmaya devam ettim. Belki kütüphaneye gidebilirdim, orası sessiz olabilirdi, yalnız kalacağım bir köşeyi seçerek arkadaşımın çıkış saatine kadar orada bekleyebilirdim. Halihazırda uzun olan ve ben ilerledikçe daha da uzuyormuş gibi görünen koridorları geçip sonunda kütüphaneye ulaştım. Büyük, ahşap kapısını açtım. Ben oldukça uzun boylu birisiydim ama bu kapılar benim boyumu da bir hayli iyice aşıyordu. Kütüphanenin kendisi de gereğinden daha geniş ve abartılıydı. Bazı kitaplar ulaşamayacağım kadar yüksekteydi, her yer iyi aydınlatılmamıştı, bazı yerler karanlıkta kalıyordu. Körfeze bakan bir pencere buldum, pencerenin önünde de uygun bir şekilde bir masa ile sandalye vardı. Masanın üzerinde de bir kitap duruyordu.
“Kızılkoğuş’un Tarihi”
Okumaya başladım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)