Spooktober 20 - Affedilemez Olan İkinci Bölüm

“Duvarlara işlenmiş süslemeleri, ağaç mobilyalara kazınmış kabartmaları, sandıklarda, raflarda bulduğum resimleri, fotoğrafları, el yazmalarını incelerken bu olayların belirleyemediğim kadar geriye uzanan bir kökü olduğunu gördüm. Tabi bu sana saçma geliyordur, soyumuzun tarihinin nereye kadar gittiğini bilmeden bunlara bir anlam vermek senin için zor olmalı, bu yüzden önce köklerimiz hakkında bazı şeyler söylemem gerekiyor sana.
Bildiğin üzere büyükannen bu şehirde doğmamıştı, araştırmak için geldiğim köyde yani Karaboynuzlu’da doğmuştu. Burada doğmasına rağmen, ailesiyle birlikte göçebe olarak yaşıyordu. Buranın insanları daha çok böyle bir yaşam sürdürmeyi seviyordu, en azından şu ana kadar. Burada göçebe bir halkın şimdiki hayatına dair izler görmek çok zor. Buranın insanları, eski Yüksekkır göçebe boylarındandı, yüzyıllardır bu hayatı sürdürüyorlardı. Boylarının adı da köyün ismi ile aynıydı, Karaboynuzlular Boyu’na mensuptular. Boyun kendine has bir ünü vardı. Bu halk, geçimini çoğunlukla hayvancılık üzerinden sağladığı için, ki şamanistik kültürün önemli bir parçasıdır, onları mücadelelerde, çarpışmalarda kullanmakta da oldukça uzmandılar. Geçmişten gelen bir uzmanlık bu, eski çağ boylarında olduğu gibi. İmparatorluk döneminde, ordunun yanında atlılar olarak savaşırdılar, bunun için bol bol ödüllendirildiler. Oldukça da vahşiydiler. Antik çöl diyarlarının unutulmuş topraklarından, dağlarla, ormanlarla kaplı, binbir cadı efsanesinin döndüğü batı diyarlarına kadar her yere akınlar yaptılar. Tabi ödüller ve ganimetlerle de döndüler, ve çocuğum, bu ganimetlerin hepsi güzel ve değerli değildi, bazılarında uğursuz bir çekicilik vardı. Bu savaşlarla zenginleşince Karaboynuzlu boyunun birçok ailesi Yüksekkır’ın farklı şehirlerine, kasabalarına yerleşerek kendi işlerini, nüfuzlarını, yerleşimlerini inşa ettiler ve hayatlarına bu şekilde devam ettiler. Bizim ailemiz dışında. Onlar bir sebepten dolayı göçebe hayatını bırakmadılar ve zenginliklerini, miraslarını tüm ülkenin en uğursuz noktalarından birinde, Yeg Dağı’nın gölgesinde saklamayı tercih ettiler. Yani anlamalısın ki halihazırda savaşçı bir boyun en vahşi, en ilkel soyuna mensubuz. Ama ne yazık ki ailemizin tarihi burada da bitmiyor, daha da geriye gidiyor.
Aynı hikayenin birçok türünü duymusundur ama bu hikaye bizim halkımıza, en çok da bizim ailemize ‘Obur’ olarak geçti. Başka kültürlerde nasıl bir yansımasının olduğunu bulmak sana kalmış, ama bil ki bu belaların kökü bizim halkımızın arasında dolaşan bu varlıklara dayanıyor. Tabi bu Oburlar en iyi bir şekilde başka nerelerde saklanabilirlerdi ki? Savaşın kaosunda sürekli yeni esirleri, kurbanları bulabileceği, kan dökmek için daha iyi bir fırsat yakalayabileceği başka bir yer, soy olabilir miydi? Ta şu ana kadar gözünü savaşlardan, çarpışmalardan ayırmamış bir boydan daha iyisini bulabilirler miydi bu varlıklar? Peki bu boy yerleşik hayata geçmeye karar verdiğinde… Aynı göçebe yaşam biçimini sürdürecek, aynı ilkel eylemlere devam edecek insanların peşine takılmaktan başka ne yapacaklardı bu oburlar? Bil ki böyle kanlara da bulaşmış bir durumda bu soy, ve dolayısı ile bu köy. Anlaman gereken şey, bizim soyumuz ve bu soyun tarihteki yeri ta İmparatorluğun ilk dönemlerine, öncesine ve şamanizmin tamamen terk edilmesinden öncesine kadar uzanıyor ve tarihin iyi yerlerine çıkmıyor.
İşte benim şu ana kadar gördüğüm, senin de muhtemelen bu aralar görüyor olduğun rüyaları geçmişimizde, soyumuza mensup başka insanlar da gördü. Her nesilde bir tane vardı, daha fazlası değil, ama bir şekilde hep bir tane var oldu. Kendi neslimde bu bendim, kendi neslinde bu sen olacaksın, en azından olacaktın. Kafanın yine biraz karışmış olabileceğini anlıyorum, ama bir çok şeyi anlatmaya çalışacağım.
Köydeki bu keşfimden sonra senin başına da musallat olabilecek bir takım kötü nedenlerden dolayı açıklamamayı seçtiğim bazı şeyler, beni Yeg Dağı’na giden bir patikaya soktu. Köyü terk ederken içimde hem bir rahatlama hissi vardı, hem de bir endişe. Bir yılanın ağzından başka bir yılanın ağzına giriyordum. Dağın eteklerinden çıkarken gökyüzünde dolaşan tek tük büyük, kara kuşlar gördüm. Hangi türe olduklarını bu kadar uzaktan kestiremiyordum ama çevrede hareket eden başka hiçbir canlının olmaması da oldukça şüphe uyandırıyordu. Bu kuşlar sanki beni bekliyorlardı. Yeg Dağı’nın etekleri ise apayrı bir manzaraydı. Bu kadar yüksekte, sonu görünmeyen platolarda dolaşırken açık gökyüzünde uğuldayan rüzgarın sesini duyuyordum sürekli, dağdaki kurumuş ormanlara girdiğimde ise bu uğultu birden kesildi. Platoyu kaplayan doğal ıssızlık sona erdi ve yerini doğal olmayan bir ıssızlık aldı. Yine de o ormanda başka şeylerin de olduğunu seziyordum.
İlerleyişime devam ederken bazı sesler duyar oldum, insanlar birbirleri ile konuşuyordu sanki. Çok fazla ses, çok fazla fısıltı vardı. Emirler veren otoriter sesler, birbirleri ile tartışan, kavga eden vahşiler, yardım için çığlıklar atanlar, öfkeli hayvanlar, çaresizce ağlayanlar… Bu insanların kendilerini seçemiyordum ama bir şekilde gölgelerini görebiliyordum. Kurumuş, sık ağaçların arasından karartılar geçiyordu, güneşin ışınlarını bozuyor, büküyor ve farklı şekillere sokuyorlardı. Tabiatın kurallarını olduğu gibi reddediyorlardı. Bu duruma rahatsız verici bir şekilde hemen alıştım.
Şu ana kadar anlattıklarım, sen de görmüşsen biliyorsundur ki gecenin acımasız uyku diyarında gördüklerimizin yanında hiçbir şey. Ama yine de burada ters giden bir şeyler vardı ve hazırlıksız yakalanan bir ruh için bambaşka bir kader anlamına gelebilirdi bu. Ama sadece gölgelerle sınırlı kalmadı bu durum. Köyde gördüğüm kemikten tılsımlar, kafatasları, ağaç dallarından, hayvan kürklerinden, derilerinden hatta organlarından yapılmış giysilerle, donanımlarla çevremde gezen başka figürler de gördüm. Bu figürler beni daha çok korkuttu çünkü o ana kadar, bunları sadece kabuslarımda görüyordum. Berbat bir arzuyla hareket ediyorlardı ve bu arzuların hedefinde olmak istemiyordum. Varlıkların maske olarak taktıkları kafataslarının arkasından arzularını dile getirdikleri fısıltıları da duyabiliyordum. Bu bile buraya gelmemen için başlı başına yeterli bir sebepti, dış dünyanın günlük ritmine alışmış hiç kimse bu fısıltıları duymamalı.
Ormandan gittikçe dikleşen patikada bir süre ilerledikten sonra karşıma o korkunç kıraç topraklar çıktı. Bu kadar geniş, iğrenç, sonu görünmeyen cehennemlik bir manzaranın dağın neresinde konumlandığını aklım bir türlü almıyor. Belki de üzerinde düşünmemeliyim çünkü bunu düşünebilmek için apayrı mekanizmalara ihtiyacım vardır. Ama hiç şüphem yok, burası her kabus dolu gecede gördüğüm, ruhuma en kötü duyguları işleyen, zihnime çıldırtıcı imgeleri kazıyan yerdi. Hiçbir otun, yeşil bitkinin, canlı ağacın yetişmediği uçsuz bucaksız topraklar… Ara ara bu eğrilmiş ovanın şeklini bozan geniş, dipsiz çatlaklar ve bu çatlaklardaki çıkıntılara takılmış çürüyen cesetler, biçimsiz hayvanlar, devasa kafatasları… Hiçliğin silüetini bozan kocaman kuru ağaçlar ve dallarından sarkan, asılı kurbanlar… Bir şekilde ağacın ölü dallarının daha da uzayabildiğini, yavaş hareketliliğini koruyabildiğini biliyordum ve bu durum, o ağaçlardan daha da çekinmeme neden oluyordu. Bunaltıcı gökyüzünde güneş yoktu, ama üzerime çöken, sıcak, nemli, mide bulandıran bir ağırlık vardı ve yine de bir şekilde dipsiz çatlaklardan gelen soğuk rüzgarlar tenimi kesiyordu.
Eğer Tanrı gerçekse, burası hiç şüphesiz cehennem olmalı. Eğer burası cehennem değilse, ben herhangi bir açıklamanın ötesinde delirmiş olmalıyım ki bu kadar aykırı bir düşsel çukura düşmüşüm.
Tüm bu çirkinliğe rağmen, Yeg Dağı’nın zirvesi kendini belli ediyordu. Tüm açıklığın, sonu gelmez cehennemin enginliğini bölüyor, tüm görkemiyle hükmünü gösteriyordu. Burada olabildiğince az vakit geçirmek istediğim için o zirveye olan yolculuğuma hızlıca devam ettim. Eninde sonunda zirveye de varmıştım ama tırmanışın nasıl olduğunu hiç hatırlamıyorum. O berbat düzlükte ilerlemeye çalışmaktan başka bir şey yapmamıştım, ama bir şekilde yukarıya doğru çıkabilmiş, bir noktada yüksekliği kat edebilmiştim. Çok sorgulamadım. Dağın karanlık mağaralarından birinde işim vardı, açıklayamadığım bir bilgi, deneyim, sezgi beni mağaraya doğru çekiyordu. Ben de bu sezgiye teslim olarak karanlığın içine daldım. Karanlığın ucunda sönük bir ışık yolumu bulmama yardımcı oldu. Işığa ulaştığımda, bunun tuhaf bir cihazdan, bir mekanizmadan çıktığını gördüm. Cihazın parçaları kesinlikle bugünün teknik bilgisine yakın değildi, çok eski, çok ilkeldi. Yine de her bir parçanın hassas, çevik bir şekilde işlendiğini görebiliyordum. Ve her bir parçanın dizilişi, birbirleri ile olan ilişkisi, işlevi... Böyle bir mekanizma, hayır böyle bir organizmayı içinde bulunduğumuz çağda görebilmek imkansız. Zamanımızın çok ötesinde. Ve merağımın da beni itmesiyle mekanizmaya dokununca işte tüm obilgiler bana geri geldi, kararlarım, pişmanlıklarım, lanetim... Soyumun yaptıkları… benim yaptıklarım...
Görüyorsun ya, soyumun ağır bir bedel ödemesi karşılığında insanlığın hep aradığı bir şeyi sunuyor bu mekanizma bizlere... bana… Ölümsüzlüğü… Sonsuz yaşamı… Ama bedeli çok büyük. Hüzün, keder, korku, dehşet, kabuslar… Hepsi katlanarak geri dönüyor her bir döngüde. Yaşamım her uzadığında beni daha da delirten bedeli ödüyorum... her defasında, aynı bedeli, daha ağır sonuçlarıyla, daha ağır bir yükle… Görüyorsun ya, aynı bedende sonu gelmez bir yaşamı sürdürmek imkansız. Bu yüzden hep sonraki nesli bekliyor bu mekanizma. Ve sonraki nesil geldiğinde… Nasıl ve neden başladığımı bile bilmiyorum, her şeyi zamanla unuttum, kederin her defasında ağırlaşmasıyla… Affedilemez bir suç. Her defasında kendime geldiğimde kendi çocuğumun varlığına son verdiğimi hatırlamak… Her birinin… Tüm bu asırlar boyunca… Ne kadar geriye gittiğini hatırlayamadan… İşte bu yüzden çocuğum. Gelme buraya. Bu sana söyleyeceğim son sözlerdir, beni affedemeyeceğini de biliyorum, o yüzden burada seni bekleyen tüm dehşetleri, korkuları anlatmaya çalıştım. Lütfen bunu yapma, hayatını devam ettir, başka birilerini bul, beni, bu aileni unut... Çünkü artık benim varlığımın da sona ermesi, unutulması lazım. Hak ettiğimden çok daha merhametli bir son, biliyorum ama başka seçenek yok.
Kendine iyi bak çocuğum”
İşte mektubu okumayı bitirmişken, dehşete düşen genç, kendisine bu korkunç gerçeği miras bırakan cesede baktı. Kafasına silahı dayamış ve tetiği çekmişti. Ama işe yaramış mıydı? Artık gencin bedenine geçmiş kadim zihin elinde duran mektubu, kendi yazdığı mektubu okurken kendisine dair, ve geçmişe dair her şeyi unuttu. Zihninin doğru düzgün çalışabileceği bir bilinç zerresi bile kalmadı. Üstündeki yük çok fazlaydı, hüzün ve dehşet çok fazlaydı. Ve bir süre önce başka bir eli kullanarak başka bir kafasına dayayıp tetiği çektiği tabancayı bir kez daha kafasına dayayıp tetiği çekti. Varlığına son verdiği çocuğunun da bir çocuğu yoktu. Lanetli soyun sonu gelmişti sonunda, buradaki mezarında, uğursuz gölgesini zavallı Karaboynuzlu köyüne vuran Yeg Dağı’nın zirvesinde...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)