Spooktober 32 - Kargalar İkinci Bölüm
Gözlerimi açtığımda eski dostumun dairesine benzer bir yerdeydim. Daha eski eşyaların doldurduğu bir yerdi, dostumun evi boş kalıyordu diyebilirim burası ile karşılaştırdığımda. İçeriye giren ışıktan gündüz olduğunu anladım. Demek ki geceyi burada geçirmiştim. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştığımda o lanet karganın gaklaması zihnimde baştan yankılandı ve yankılar nefes alışımı hızlandıracak kadar orada kaldı. Elimi yüzüme götürüp kendime gelene kadar gözlerimi, alnımı ovaladım. Bakışlarımı, gün ışığının girdiği pencereye çevirdim, gördüğüm manzaranın dünkünden pek farklı olmadığını görünce yan dairelerin birinde olmalıyım diye düşündüm. Oturduğum eski koltuktan kalkıp yavaş yavaş pencereye doğru yürüdüm, paranoyam yüzünden gözlerim etrafta beni gözetleyen kargaları arıyordu ama etrafta pek bir şey göremedim.
Hareketlenmem ses çıkarmış olacak ki arka taraftaki odalardan birinden dün gece çıkmadan önce karşımda gördüğüm yaşlı kadın geldi. Beni pencerenin önünde ayakta görünce şaşırıp bir an duraksasa da elindeki, su bardaklarını taşıdığı tepsiyi koltuğun önündeki sehpaya koyup orada duran başka bir koltuğa öylece oturdu, konuşmadan, herhangi bir ses çıkarmadan. Benim bir şeyler dememi veya yapmamı bekler gibi bir hali vardı, ben de yavaş yavaş yaklaşıp diğer koltuğa oturdum. “Ne oldu-” diye ağzımı açar açmaz kadın yalın ama kararlı bir ses tonuyla gereksiz herhangi bir söze yer vermeden konuşmaya başladı.
“Geldiğin bu yer iyi bir yer değil. Senin gibi insanlara göre değil. Sen dışarıdaki dünyaya aitsin ve öyle kalmalısın. Burası artık o dünyada yeri olamayacak insanlara göre. O yüzden burada daha fazla oyalanmadan kalk ve terket bu semti.” Herhangi bir cevap verme şansı bulamadan kadın ayağa kalktı, dairenin kapısını açtı. Herhangi bir duygudan yoksun gözleri daha da net konuşuyordu. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım, sendeleyen birkaç adımdan sonra kendimi baştan eski dostumun dairesinin önünde buldum ve az önce çıkmış olduğum kapı arkamdan hızlı bir şekilde kapandı. Neler olduğunu anlayamıyordum, içinde bulunduğum durumda oldukça tehlikede olduğumun da farkındaydım ama bir şeylerin sürekli benden gizli tutulmaya çalışılması, şahit olduğum sıra dışı olaylar beni daha da meraklandırıyordu. Kargatepe’nin her bir santimini kaplayan karanlık bir sır vardı ve bu sırrı öğrenmeden buradan ayrılırsam, içimde kalan o küçük merak kırıntısı hayatımın geri kalanı boyunca beni sürekli rahatsız edip duracak bir kaşıntıya dönüşecekti.
Dünkü hazırlıklarımı hızlıca tamamlayıp dışarı çıktım ve herhangi lanet bir karganın beni takip etmediğine, gözetlemediğine, taciz etmediğine emin olduktan sonra da bu sokağın üstteki sokakla birleştiği köşede kalan, terk edilmiş binaya doğru hareketlendim. O binanın en üst katında, açık bir şekilde duran pencereden bu mahallenin karanlık sırrını görebilmem gerekiyordu, en azından eski arkadaşımın bana anlattığı durum buydu ve ben de tam olarak o sırrın peşindeydim artık. Sokakta ilerlerken pencereden bana bakan yüzleri görebiliyordum. O yüzlerin bakışları bendeki merak duygusundan yoksundu, o yüzlere daha çok tiksinti, nefret, kıskançlık, öfke ve bazılarında çaresizlik hakimdi. Işığın aydınlatmakta zorlandığı pencerelerde, karanlıkta kalan gözlerdeki berbat renkleri de seçebiliyordum. Bazılarının göz rengi insanda her türlü kötü duyguyu, düşünceyi uyandıracak, tüylerini ürpertecek tonda bir sarı rengi vardı. Ne güneşin, ne çiçeklerin, ne de herhangi bir alevin sarısı. Bu dünyaya ait olamayacak bir sarı. Aynı zamanda da başımı sürekli omuzlarımın arkasına doğru çeviriyordum, herhangi bir kuşun sinsice beni izlemediğine emin olmak istiyordum. Köşede duran terk edilmiş binaya gelene kadar, içimdeki merak duygusu yerini baştan korku ve paranoyaya bırakmıştı bile.
Nedense bu binaya girdiğimde dışarıdaki bütün uğultular, hayvan hırlamaları, tartışmalar kesildi. Burası bambaşka bir yer gibiydi. İçeride kimse yoktu, kimsenin yaşadığına dair bir iz de yoktu, en azından en başta öyle sanmıştım. En yukarıya çıkıp bu bölgenin sırrını öğrenmeden önce iyice hazırlıklı olmak istiyordum. Belamı getirmek üzere olan lanetli merağımı gidermeden önce, arkamdan başka bir şeyin gelmediğine emin olmak, herhangi bir noktada kapana kısılmak istemiyordum. İstemiyordum, tabi benim isteklerim bu yerin açlığına ve karanlık, art niyetli arzularına karşı hiçbir şey yapamazdı. Yukarı çıkan merdivenlere gelmiştim, ama yukarı çıkmak yerine aşağıya doğru nereye gittiğini de görmek istedim. Yanımdaki fenerimi çıkardım ve birer birer attığım yavaş adımlarla merdivenlerden inmeye başladım. Ben aşağıya indikçe çok baskın, kararlı, boğucu bir karanlık etrafımı sarıyordu. Dünyadaki bazı dengeler, kurallar olmasa fenerime ulaşıp ışık kaynağımı fiziksel olarak yok edeceğini hissediyordum ama şükürler olsun ki her ne kadar hassas, bükülebilir olsa da bu dengeler şu an için bunun önüne geçiyordu.
Nedense aşağıya olan inişim düşündüğümden çok daha uzun sürdü ya da ben öyle hissettim. Çok fazla basamak inmemiştim, merdivenin de yapısı basitti, çok absürt bir yönelimi yoktu. En aşağıya indiğimde çok daha zayıf hissediyordum, sanki binadaki bir madde sinir sistemime etkiyordu. Yine de etrafımda duran nesneleri yapıları seçebiliyordum. Çok tuhaf bir yere gelmiştim. Herhangi bir daire değildi, bodrum katına da benzemiyordu. Küçük bir bölmeydi ama bu küçük odanın duvarları, rafları tuhaf tuhaf şeylerle doluydu. Hangi tür olduklarını çıkaramadığım hayvanların kemikleri, kurutulmuş kafaları, hiçbir derste veya kitapta öğrenmediğim diyarların haritaları, bilinen herhangi bir dile, yazıya ait olmayan harfler, çizimler, semboller… En sonunda ağaçtan yapılmış herhangi bir estetik anlayıştan yoksun bir masanın önüne geldim, masanın üstünde ise bir kitap duruyordu. Kitabın kapağına çizilmiş olan şema nedense aynı anda hem çok yabancı hem de çok tanıdık geliyordu. Sanki zihnimi, hafızamı biraz daha zorlayacak olsam ne olacağını çıkarabilirmişim gibi… Elim, bilincimin verdiği herhangi bir komuttan bağımsız olarak havada süzülmeye, kitaba yaklaşmaya başladı. Bir yandan da iyice zayıf düşüyor, zihnimdeki düşüncelerin gittikçe belirsizleştiğini, olduğum andaki algılarımdan koptuğumu hissediyordum. Bir anda içimde hızlıca yükselen bir alarm beni kendime getirdi ve elimin havadaki süzülüşünü durdurdum. Kitaba neredeyse dokunmak üzereydim. Yapmak üzere olduğum şeyde korkunç bir şekilde yanlış olan bir şeyler vardı, geri dönülemez bir hata olacaktı. Bir iki adım gerilemiştim ki, arkamdaki merdivenlerden bulunduğum odaya atılan son adım seslerini ancak duydum. Arkama dönmeye çok korkuyordum, ama orada duran şeyin kim veya ne olduğunu anlamak için gözlerimi çevirmem gerekmiyordu. Dün evden çıkınca sokağın karşısından bakan karalı figürdü. Karalı varlığın neden üzerime doğru bir hamle yapmadığını düşünürken, önümde duran kitaba ondan daha yakın olduğumu da fark ettim.
Üzerime çığ gibi düşen anlık bir korku dalgasıyla, fenerimi kitaba çarptım ve kitap birkaç metre uçup yere yuvarlandı. Arkamda duran varlığın doğa dışı çığlığını duymuştum ama elimde kalan küçücük bir mantık kırıntısı sayesinde onun kitaba doğru hareketlendiğini varsaydım ve hızlıca odanın diğer tarafına yöneldim. Koşarken ayağım yerde duran, ne olduğunu bilemediğim nesnelere çarpıyordu, ama bunu umursamadan bütün enerjimle merdivenlere doğru koşuyordum. Basamaklara vardığımda neredeyse hiçbir şey yapamayacak kadar zayıf düşmüştüm, beni iteleyen tek unsur, varlığımın diplerinden yükselen ilkel bir güçtü. Bacaklarımın çıkamadığı yerlerde ellerimi kullandım, sanki arkamdan canlı bir okyanus yükseliyormuş da tek kurtuluşum üzerinde durduğum dağmış gibi yukarıya tırmanıyordum. Kitabı almış olacak ki artık aşağıdaki kara paçavralarla örtülü şeyin de peşimden koştuğunu duyabiliyordum, kitabı fırlattığım için daha da öfkeliydi ve o öfkenin kurbanı olmamak için tüm varoluşumu kullanıyordum. Merdivenlerden giriş katına ulaştığımda ciğerlerim parçalanacakmış gibi sinyal veriyordu. Nefes alış verişlerimde sanki çığlık atıyor gibiydim, tüm vücudum çökecek gibiydi. Ne yazık ki giriş katında da durumlardaha iyi gitmedi.
Bir an için çıkış kapısını görebilmiştim ama içerisi bir anda müthiş bir karga fırtınasıyla doldu. Gagaların giysilerimi didiklediğini, siyah tüylerin uçuştuğunu görebiliyor, lanet kuşların pis kokusunu alabiliyordum. Kapıyı gördüğüm noktaya gittiğimi umarak sendeleye sendeleye ilerliyordum. En sonunda vardığım yer kapı değil de duvar çıkarsa, bu benim için son olacaktı. Belki de sondan daha beter bir kader. Ama bir şekilde, artık kırılmakta olan doğa yasalarının da korumasıyla kapıya ulaşıp kendimi oradan dışarı attım. Öksürükler peşimi bırakmıyordu, ciğerlerim yardım için bağırıyordu. Kollarım ve bacaklarım tir tir titriyor, görüşüm bulanıklaşıyor ve kulaklarıma bir uğultu hakim oluyordu ama yine de yoluma devam ettim. O bina ve arama olabildiğince mesafe koymak ve en kısa sürede bu mahalleden defolup gitmek istiyordum. Bir an için o ana kadar gırtlağıma yapışmış paranoyanın da etkisiyle omuzlarımdan arkama baktım. Gördüğü iğrenç bir manzaradan kusan bir insan gibi, terk edilmiş bina da çıkmış olduğum kapısından binlerce karga kusuyordu. Ve binanın en üst katında, aynı kara paçavralı figür gözlerini bana dikmişti, korkunç bir kararlılıkla.
Kargatepe’den nasıl çıktım bilmiyorum. Kaçışımın, koşuşumun son kısmını hatırlamıyorum. Son hatırladığım etrafıma toplaşan, bana yardım etmeye çalışan uygar insanlardı. O insanlar ve onlar gibilerin kurduğu uygarlık sayesinde biraz olsun kendime gelebildim. Ama o noktadan sonra eksi dostuma büyük bir nefret duyuyordum. Bana bu görevi verdiği için, bana mahalleden bahsettiği için, veya beni orada yatan dehşetler hakkında yeteri kadar ikna edemediği için. Hayatıma bir şekilde devam ediyorum artık. Şehrin bambaşka bir ucunda. Yine de arada bir pencerelerden, ağaçların dallarından, binaların çatılarından beni gözetleyen kargaları görebiliyorum, ve o kargaların gözlerinden beni izleyen, belki de bir gün oraya geri döneceğimi bekleyerek korkunç planlarını yapan kara paçavralı varlığı.
Yorumlar
Yorum Gönder