Spooktober 30 - İsimsiz Efendi Bölüm Beş Ölüm

Düşüncelerimi baştan seçebildiğimde hareket eden bir aracın içinde olduğumu anladım. Aracın tahtadan yapılmış çerçevesinden destek alıp doğruldum ve doğrulduğum noktadan yavaş yavaş gözlerimi açtım. İçinde durduğum araç, kıyılarını çürümekte olan cesetlerin belirlediği bir nehrin içinde giden bir kayıktı. Kayık dümdüz gitmiyor, zaman zaman kıyıdaki cesetlere çarpıp sarsılıyordu. Nehrin sularını, binlerce cesetten sonra nehrin kıyılarına dikilmiş olan kocaman heykeller besliyordu. Sadece kafa kısmından oluşan bu heykellerin gözlerinden hiç durmadan gözyaşı akıyordu. Yüz ifadeleri ise akan göz yaşlarından daha ağır duyguları barındırıyordu. Nehrin içinde, kayığın altında, akıntıya kapılıp savrulmakta olan başka bedenler gördüm ama bu bedenler kıyılardaki cesetler kadar hareketli değildi. Yardım için bağırmaya çalışıyorlar, kurtuluş için çırpınıyorlardı. Çevreme iyice baktığımda anlamıştım ki onlar için buradan kurtuluş yoktu, Ölüm’den kurtuluş yoktu.
Dağlı şamanların Tanrılarının diyarına iyice baktığım zaman karşılaştığım cehennem manzarası beni en kötü çaresizlik duygularına doğru çekti. Cesetlerden oluşan kıyının ardında, sonu gelmez ufuklara uzanan, çıplak, kurak düzlükler vardı. Bu düzlükleri aralarda bölen kırıklar, çatlaklar, yer alıyordu. Ölümün ışığının ele geçiremediği bu çatlaklardaki karanlığın sonsuza kadar gittiğini seziyordum. Ufuk çizgisini bozan tek tük dağlar, tepeler vardı ve onların arasında ise herhangi bir candan yoksun ağaçları görebiliyordum. İçindeki alevin söndüğü sayısız beden asılıyordu ağaçlardan. Bedenlerin tepesinde ise eski kültürlerin Garglak olarak adlandırdığı çirkin yaratıkları gördüm. Bilgisiz bir gözün ilk başta karga ile yarasa melezi bir ucube olduğunu düşünebilecekleri yaratıklardı bunlar. İnsanımsı bir biçime sahip olan bu yaratıklar, acıktıkları zaman bu yeraltı dünyasının cesetlerinden besleniyorlar, uyarılarını kulaklarını tırmalayan berbat gaklamaları ile yapıyorlar ve bu tekil dünyada dinlenmedikleri zaman birçok farklı dünyaya ve zamana serpilip belalarını yayıyorlardı. Körfezkent’teki mide kaldıran bir mahallede özellikle Garglak masalları çok geçerdi, şehir halkını korkutan öcülerdi bunlar ama benim kadar gerçeklerdi burada. Bu yaratıkların daha fazlasının arasından geçiyordum kayık ilerledikçe, ve başka bir ses de kulağıma geldi. Sayısız elin çaldığı sayısız davul sesi…
Davul sesleri yaklaştıkça neye doğru ilerlediğimi daha iyi kavradım. Dağlı şamanların bahsettiği varlıktı bu, Dokuz Kollu Tanrı, Ölüm Diyarı’nın İki Yüzlü Beyi, Ebedi Çığırtkan… Davul sesleri ben yaklaştıkça daha belirgin oldu, varlığın davul seslerine eşlik etmek için çıkardığı ses de. İlk önce tek bir ritmi çıkarabiliyordum, basit bir şeydi, iki elin birbirine eşlik ederek yaptığı bir dans. İkinci ritmi yakaladığımda ilk ritmin şiddeti daha da arttı. Daha doğrusu birbirlerinin üstüne bindiklerinde yaptıkları etki hesap gücümün ötesine geçmişti. Bu ritmin gücü karşısında şimdiden hem büyülenmiş hem de dehşete düşmüştüm. Üçüncü ritmi duyduğumda nehir dalgalanmaya, ceset yığınları sallanmaya, Garglaklar uçuşmaya ve çığırmaya başladı. Dünya titriyor, değişiyor, sallanıyordu. Sanki bu üç ritmin birbirine geçen her bir vuruşuyla varlığım biraz daha siliniyor, boyutlarında sınırı olmayan evrenin karşısında gittikçe küçülüyordum, hiçliğe doğru… Sonra dördüncü ritim geldi. Dördüncü ritim çevrede değil, diğer ritimlerin üstünde değil, kafamın içinde yankılanmaya başladı. Her bir vuruşla düşüncelerim tuzla buz oldu, duygularım alt üst oldu, iradem kırıldı, bilinçaltımda saklı duran her bir kavram bilinç düzeyime fışkırmaya başladı. Ellerimle kulaklarımı kapasam dahi davulları duymaya devam ediyordum. Nefes alışlarım düzensizleşti, vücudum anksiyete ve panikten titremeye başladı. Son olarak da beşinci vuruş geldi. Şu ana kadar hep iki kolun birlikte çalışarak çıkardığı düzenli ritimleri duyuyordum. Düzenlerini belirleyemiyordum, benim varlığımın ötesinde bir şeydi ama bir düzenleri olduğu belliydi. Fakat bu ritimde bir sorun vardı. Ne olduğunu çözemediğim bir şekilde çalınıyordu. Dokuz Kollu Tanrı dokuzuncu koluyla saf düzensizliği çağırmak için böyle çalıyordu sanki. Ve tüm diğer ritimlerin üstüne oturunca çok daha korkunç bir şeye dönüşüyordu. Suyun içine belirli bir özenle dökülmüş boyaları bir anda savuran vahşi bir dalgaydı. Ritimleri duydukça anladım ki aslında bu ritimler birbirinin ardına çalınmıyordu, sadece ben öyle algılayabilmiştim. Her zaman aynı anda çalınıyorlardı ama bunu kaldıramayan zihnim, onu sanki kaldırabilecekmişim gibi bir düzene sokmuştu, tabi ki bu uğraşta da tamamen başarısız olmuştu.
Dokuz tanrısal kolla çalınan sayısız davulun benim üzerimdeki etkisi devam ederken, kayık onları çalan varlığa doğru o kadar yaklaştı ki artık fiziksel olarak onu görebiliyorudum. Etrafımdaki düzlük, cesetler, dağlar, ağaçlar Tanrı’ya yaklaştıkça onun etrafında bükülüyor ve herhangi bir geometriden yoksun bir tünele dönüşüyordu. Garglaklar artık bu tünelin duvarlarına tünemiş bir biçimde duruyorlar ve davul seslerine eşlik eder halde berbat gaklamalarına devam ediyorlardı. Tüylerden oluşan cübbelerinin, kabuklarının, dış katmanlarının arasından bana bakacak olduklarında gözlerimi çeviriyor, kendimi bu manzaranın kurbanı olmaktan kurtarıyordum. Tünelin sonunda bekleyen Tanrı ise, dokuz kolunu gözlerimin takip edemeyeceği hızlarda çevresinde duran sayısız davula vuruyordu. Hiçbir kol aynı noktada kalmıyor, tünelin başka bir yerindeki başka bir davula anlı hızlarla varıp sonra bir başkasına geçiyordu. Dokuz kolun birleştiği gövde zayıf bir haldeydi. Yaralarla doluydu, yaraların etrafına dövmeler yapılmıştı. Nedense ona yaklaştıkça bu yaraların dövmeleri yapmak için açıldığını, amacını asla tahmin edemeyeceğim büyülerin, ayinlerin bir parçası olarak orada olduklarını sezdim. Gövdeden çıkan sayısız bacak bir şekilde havada süzülüyor gibi duruyordu ama ayakların kendisini göremiyordum, dipsiz bir çukurda sonsuz karanlıkta kayboluyorlardı. Gövdenin üzerinde yer alan başta asla uyumayan bir yüz bana bakıyordu. Uyanık kalan yüzün gözleri iyice ayrık, pörtlekti. Kesilmiş kocaman bir burun tarafından iyice yanlara ittirilmişlerdi. Gözler aynı anda hem en zavallı yaratıkların hüzünlü, acınası, korku dolu bakışlarına, hem de öfkeden kudurmuş vahşi bir yırtıcının sabit, yok etmeye kararlı bakışlarına sahipti. Ölüm Diyarının Efendisinin ağzını yavaş yavaş açtığını ve şu ana kadar duyduğum sesi çıkarmak üzere çığırmaya başlamasını izledim. Uzun dişlerini açıkta bırakacak şekilde sivri çenesini olabildiğince indirdiğinde, ağzının ötesinde bekleyen saf bir karanlık olduğunu gördüm. Orada bir şey olduğuna dair hiçbir şey sezemiyordum. Çenenin daha da aşağıya inip nehri de yutmaya başlaması üzerine bir hiçliğe doğru yol aldığımı gördüm ve bu hiçlik yüzünden gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı kontrolsüzce.
Duyduğum ses ilk başta, Yüksekkır’ın göçebe boylarının söylemeye alışkın olduğu gırtlak şarkılarına benzese de, yavaş yavaş, ne kadar olduğunu ölçemediğim bir zaman ile değişti ve berbat bir lanete, uğursuz bir yardım çığlığına, öfkeden çatlayan bir varlığın nefret kusuşuna dönüştü… Aynı anda garglaklar iğrenç gaklamalarına devam ediyor, davullar çalıyor ve Dokuz Kollu Ölüm Tanrısı çığırıyordu. Tüm bu sesler zihnimin duvarlarının içinde sekiyor ve yankılanıyordu. Berbat bir döngünün pençesinde, kayığın içinde çöktüm, yattım, cenin şeklinde kıvrıldım. Acıya daha fazla dayanamayıp bağırmaya, çığırmaya, çığlık atıp ağlamaya başladım. Ağzım, çenem kontrolümün ötesinde açılıyor ve acı veriyordu. Gırtlağımın bu kadar zorlanması acı veriyordu. Ciğerlerimin bu kadar yıpranması acı veriyordu. Vücudum mekanik olarak sınırlarının çok ötesindeydi ve buna verebileceğim tek cevap berbat bir çığlıktı. Davulların ritmi, artık herhangi bir düzenden yoksun kalp ritmime karıştı, çığlığım Ölüm Tanrısının ve Garglakların çığlıklarına karışıp bir oldu, göz yaşlarım kayıktan nehrin içine sızdı. Kayık, Tanrının dişlerinin altından, ağzının içindeki saf karanlığa doğru yok olurken sadece sessizlik ve hiçlik hakimdi her şeye.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)