Spooktober FİNAL - İsimsiz Efendi Bölüm Altı Efendi

Kayığın bir kez daha sarsılmasıyla kendime geldim. Bu sefer yumuşak bir dokuya değil, sert bir kütleye çarpmışa benziyordum. Kıvrıldığım yerden doğrulup etrafıma bakınca bir mağaranın içinde olduğumu ve nehrin kıyılarını kayalıkların çevirdiğini gördüm. Kayıktan çıkıp dikkatli ve yavaş adımlarla kayalık zeminde yürüdüm. Hala korkmuş ve tedirgin olsam da suyun üzerindeki bir kayık veya cesetlerden oluşmuş bir kütleden daha iyi bir zeminde dolaşıyordum ve bu beni biraz olsun rahatlatıyordu. Mağara çok büyük değildi ama uç kısımlarına doğru bir boşluğu seçebildim. Daha da aşağılara doğru giden bir çukur var gibiydi ama dibini görmek imkansızdı. Daha önce de buraya gelenler olmalı ki çukura inen sayısız merdiven, halat, zincir ve adını koyamadığım ilkel araçlar vardı. Böyle araçların burada bulunması beni biraz sevindirmişti, en azından çukurun nereye kadar gittiğine bakabilirdim, geri dönmekten çok daha merhametli bir seçim olurdu. Çukurun eşiğine kadar gelip aşağıya bakınca sebepsiz bir umutsuzluğa kapıldım. Ne kadar inersem ineyim yeterince inemeyecekmişim gibi hissediyordum. Halatları, merdivenleri kullanarak aşağıya inmeye çalışan zavallı ruhları düşündüm ve onlara acıdım.
Sonra çılgınca bir güdünün anlık bir itelemesiylekendimi karanlık çukura attım. Hangi delilik, çaresizlik beni böyle bir hareket yapmaya itti bilmiyorum ama artık dipsiz karanlıkta aşağıya doğru çekiliyordum. Vücudum boşlukta rastgele hareketler yaparken, gözlerim de yukarıdan sızan ışıktaki tek tük unsurları yakalıyordu. Halatlardan, merdivenlerden ve diğer ilkel tırmanış araçlarından hala aşağıya inmeye çalışan zavallıları gördüm. Kim bilir ne kadar zamandır bunu yapmaya çalışıyorlardı. Bazılarından hala o umudun, hayatın, ruhun yankılarını sezebiliyordum ama çoğunda geriye kalan tek şey aşağıya doğru yaptıkları sonu gelmez inişti, diğer her şeylerini teker teker karanlığa kaybetmişlerdi.
Aşağıya düşmeye devam ediyordum, mağaranın boğucu, nemli havası da iyice hafiflemeye, normalleşmeye başlamıştı. Artık halatlardan inenleri görmüyordum, belki de atlayarak onlardan daha fazla yol kat etmiştim, belki de onlar benden daha şanslıydı. Hava normalleşmeye devam etti, hatta bir noktada nefes alıp almadığımı sorgulamaya başladım. Kesinlikle böyle bir hareketin farkında değildim ve havanın tadını, kıvamını artık hissedemiyordum. Düşmeye devam ettim, bilemeyeceğim bir süre düşmeye devam ettim. İlk başlarda bu durumun beni rahatlatacağını düşünsem de düştükçe hiçliğe yaklaştığımı, hiçliğe karışıp var oluştan silineceğimi hissediyordum ve bu beni o güne kadar hissettiğim herhangi bir dehşetten daha çok rahatsız ediyordu. Bağırmak istesem de kara boşluk buna izin vermiyordu. Ciğerlerimde bunun için yeterli hava olduğunu da düşünmüyordum zaten. Yine ne zaman olduğunu anlayamadığım bir noktada vücudumun rastgele çırpınışlarının, dönmelerinin, boşlukta attığı turların durduğunu fark ettim. Etrafıma dikkatlice bakınca ışık saçan noktalar görmeye başladım. Engin karanlıkta süzülen ışık zerrecikleri. Boşluktaki hareketim devam ettikçe ve bedenim onlara yaklaştıkça bunları aslında devasa kütleler olduğunu gördüm. Bu yıldızları geçtikten sonra içimi her türlü tuhaf karıncalanmayla dolduran başka yıldızlara yaklaştım. Bu yıldızların bir noktada sanki benimle konuştuklarına emindim. Ne söylemeye çalıştıklarını anlayamıyordum ama bir şeyden korkuyor gibiydiler. Beni aynı anda hem tehdit edip hem de bana yardım için yalvarıyorlardı. Onları da aşıp biraz geride bırakınca Sarı Manastır’daki Sarı Rahip’in taptığı Yıldız Tanrılar’ın yanından geçtiğimi anladım. Belki onlarla konuşup yardım isteyebilirdim ama çok geçti bunun için. Daha sonra rahibin anlattıklarını hatırladım. Yıldız Tanrıları’nı yutan Uzay Solucanları, Yıldız Yutanlar… 
Kafamı arkama çevirince bu Yıldız Tanrılara doğru gittikçe yaklaşmakta olan, yavaş yavaş ağır ağır hareket eden bir güruh gördüm. Canlı, art niyetli, sürekli bir hareket, eylem halinde olan böceğimsi uzay cisimlerinden oluşan bir güruh… Ve beni hareket ettiren o tuhaf çekim kuvveti, bedenimi onlara doğru sürüklüyordu. Onların yanından geçerken bu kozmik ucubelerin iğrenç, doğa dışı yapılarına şahit oldum, kimsenin şahit olmaması gereken şeylere... Yıldız Yutan Solucanların etrafında dönen Dünya Yutanlarlar vardı. Muazzam kabuklarının etrafında sakladıkları dünyaları sindiriyor, bir yandan da daha küçük türlerini, güruhlarını, canavarlarını koruyorlardı. Bu kütlelerin etrafında dönen bir sürü küçük göktaşına benzeyen cisim vardı. Dikkat edince bu cisimlerin de kendi içlerinde hareket ettiklerini, canlandıklarını gördüm. Bu göktaşlarının kuyrukları, eklemleri, silleri, ağızları vardı. Aralarından bir kaçı yörüngeden çıkıyor ve bir gezegene musallat olmak üzere fırlatılıyordu. Ama bu ilkel kozmik güruhun da bir şeylerden kaçtığını sezebiliyordum. Hareketleri panik halindeydi, her zamanki düzenlerini bozmuşlardı. Bir sürü hayatı, medeniyeti, dünyayı, yıldızı, Tanrıları tüketebilecekleri bereketli uzaydan kaçıyorlardı, daha boş, daha izole uzaylara doğru hızlı ve düzensiz bir şekilde göç ediyorlardı. Hareketim devam ettikçe ve onlardan uzaklaştıkça, arkalarında bıraktıkları cesetleri, güruh parçalarını, ölmüş türleri gördüm… Şimdi ise o tuhaf çekim, beni güruhun kaçtığı bilinmeyen uzaya doğru götürüyordu.
Bilinmeyen uzaya girmeden önce, insanlığın keşif sınırlarının durduğu eşikte bambaşka şeyler gördüm. Boyutlar arasında hareket edebilen, imkansız mesafeleri aşıp hiçliğin içinden çıkabilen, herhangi bir anda, yerde, algılayamadığımız konumlara saklanabilen yabancı varlıkları gördüm. Bir çok zavallıya, yere, uygarlığa dadanmış bu berbat varlıklar bile panik halindeydiler. Tarihin en zeki, en aydın, en açıkgöz insanlarıyla deney faresi gibi oynayabilen bu yabancıları neyin tehdit etmiş olabileceğini bilmiyordum ama onlar da bir şeylerden kaçıyorlardı ve kaçtıkları nokta bilinen uzayın içine doğruydu. Şu ana kadar uzayda yaptığım harekette gördüğüm tüm canlılar, varlıklar, toplumlar bir şeyden kaçıyorlardı ve kaçtıkları noktada insanlığın keşfedip genişlemek istediği ilerleme sağlamak istediği bilinen uzay duruyordu.
Eşiği geçip artık bilinmeyen ve hiçbir zaman da bilinemeyecek uzaya vardığımda çıldıracak gibi oldum. Keşfedilmemiş karmaşık gök cisimleri, hayal edilemeyecek kadar ilerlemiş uygarlıkların inşa ettiği mekanizmalar, bütün bir gezegeni kaplayan organizmalar, uzayın içinde, herhangi bir dünyadan bağımsız olarak yaşayan türler… Tüm bu bilinmezliğin bir köşesinde ise kapkaranlık bir varlık duruyordu. Bilinen uzay ve bilinmeyen uzaydan cisimleri, nesneler, varlıkları içine çeken ve bir diğerine fırlatan rastgele bir delilik… Ancak en deli astronomların, en çılgın psikonotların çalışmalarında bahsedilen Tekillik Efendisin’nden başkası olamazdı bu. Ama o bile bir şeye, bir olaya veya tehdite karşı hazırlanıyor gibiydi. Bir sürü nesneyi içine çekiyor ve sindirmeye çalışıyordu. Sanki ne kadar şeyi kendi varlığına katarsa, korktuğu olaydan sonra bir parçası hayatta kalabilecekti, aç bir canlı gibi... Ben basit bir insandım ama bu çaresizce hareketin bir işe yaramayacağını ben bile biliyordum.
Bilnmeyen uzayın derinliklerinde sürüklenirken artık o kadar uzaktaydım ki çevremde gördüğüm değişimler, hareketler, eylemler bildiğim fizik kanunlarıyla, matematik kurallarıyla, tutarlılıkla, mantıkla açıklanamıyordu. Başka bir evrene mi geçtiğimi sorgulasam da, tüm evreni saran tekil bir tehlikenin varlığı bana hala aynı evrende olduğumu hissettiriyordu. Burada dünyadan dünyaya geçen ve geçtikleri dünyalardan canlı, organ, yapı, bilinç, ses toplayan tuhaf türler gördüm. Sonra topladıkları bu şeyleri birbirleri ile ve başka türler ile takas etmeye başladıklarında yaptıkları bu korkunç şeylerin sadece ticaretten ibaret olduğunu anladım. Onlar bile ticaretlerini bir aceleyle yapıyorlardı, bir yolculuğa hazırlanmaya çalışıyor gibiydiler. Diğer varlıklar kadar korkmasalar da oldukları konumda kalmak istemiyorlardı ve bilinen uzaya doğru olan kaçışlarına kararlı bir şekilde hazırlanıyorlardı.
Bundan sonra katettiğim mesafeyi, neler gördüğümü, neler hissettiğimi anlatamam. Evrenin sonsuz karanlığı insan zihninin kavrayabileceğinden çok daha fazlasına uzanıyor, çok daha fazlasını barındırıyor ve ben o fazlalığın da ötesine geçmiş durumdayım. Gördüğüm şeyleri hatırlamak bile beni baştan bir şok durumuna sokuyor ve aynı şeyleri baştan yaşar hale geliyorum. O yüzden uzaydaki bu sürüklenişimin sonuna geleceğim.
Uzayın sonuna çekildiğimde, evrenin sınırlarını oluşturan boyutları artık görebiliyordum. Sınırların içinde kalan ve dışında kalan boyutlar da vardı ama bu boyutlar arasına hapsedilmiş müthiş bir varlığın yakarışlarını da sezebiliyordum. Bu varlığın doğasını bilmesem de yaklaşmakta olan tehlikeye karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu, herhangi bir eylemden mahrum bırakılmıştı ve çaresizce yardım istemeye devam edecekti. Karşılaştığım bu varlığın boyutunun ne kadar muazzam olduğunu anlatamam. Şu ana kadar bir sürü kozmik varlık gördüm ama bu hepsinin de ötesindeydi. Sınırdaki sürüklenmem devam ettikçe bu sefer başka bir varlığın hedefine girmiştim. Uzayda sürüklenen dehşetlerin, o berbat güruhun mutlak tanrıları olarak gördükleri bir varlık… Ötedeki Kraliçe olarak bahsedilen bu varlık evrenin içinde değildi, hiçbir şey yapamazdı ama bir şekilde etkisini evrendeki diğer varlıklara kadar uzatmış olması ve şu an bile benimle evrenin dışından konuşabiliyor olması her bir hücremi titretmeye yetiyordu. Olur da bu varlık bu evrene giriş yolu bulursa olacakları düşünmek istemiyordum. Ötedeki Kraliçe diğer varlıklar gibi korkmuyordu, onun için bir tehlike yoktu. Ama o bile bir yandan insanın iradesini paramparça edecek tehditler savururken, bir yandan da yardım için yalvarıyordu. Herkesi korkutan kabus, bütün efendilerin efendisi geldiği zaman tüm çocuklarının öleceğini, bu evrende yapabileceği hiçbir şeyin kalmayacağını biliyordu. 
Tuhaf çekim kuvveti, artık beni çektiğini düşündüğüm o korkunç yere çekmeye devam etti. Yaklaştıkça gördüğüm, konuştuğum, yanından geçtiğim diğer her şeyden koptum. Daha muazzam, ölçülemez boyutlarda, asla kavrayamayacağımız kavramlara hakim ve sahip olan bir çekim gücü, içimde gittikçe büyümekte olan bir dehşetin kaynağı oluyordu. Karanlık boşluktaki hareketim bittiğinde ise gözlerimi arkaya çevirmeye korkuyordum. Ruhumun köklerinden yükselip zihnimin her bir zerresine hakim olan, beni felç bırakan varoluşsal bir korku arkama dönmeme izin vermiyordu. Arkamdan sayısız gözleri ile beni izleyen kabuslarımdaki varlığın berbat fısıltılarını, çağrılarını, teşviklerini ve tehditlerini duyabiliyordum. Çok uzaklardan gelen iğrenç bir ilahi,  derimin her bir santimini karıncalandırıyordu. Bütün Kozmos’un korktuğu şey, arkamı dönmemi söylüyordu. Tüm bu duygularıma teslim olup yavaş yavaş arkamı dönünce içimde her bir parçamı kuşatan inanılmaz bir acı hissettim ve çığlıklar atarak uyandım.
Uyandığımda karnımdan gelen keskin bir acıyı hissediyordum ve bu acıya vücudumdaki her bir kas parçası ile tepki vermeye çalıştım ama kollarımı, bacaklarımı ve kafamı tutan kirli, iğrenç eller olduğunu gördüm. Soğuk, sert bir zeminde yatırılmıştım, sırtım yere değiyordu, üşüdüğümü, titrediğimi hissedebiliyordum. Gözlerimi acının yayıldığı yere, karnıma doğru çevirdiğimde kirli bir elin, elinde tuttuğu keskin, sivri cisimlerle karnıma açılan bir kesik üzerinde uğraştığını gördüm. Etrafıma iyice baktığımda deriden, kemikten, kürkten, ağaç dallarından, yapraklardan yapılmış çirkin çaputlar ve maskeler giyen ilkel figürlerin yatırıldığım ve zorla tutulduğum noktanın etrafında toplandıklarını ve iğrenç bir ilahi eşliğinde üzerimde yapılan kesikleri izlediklerini gördüm. Karnımdaki kesik ile uğraşan çirkin kişilik, artık o yaraya dikişleri atıyordu ama son dikişi atmadan önce yaptığı şey... Tanrım, yaranın içerisine çıyana benzeyen bir şey atmıştı ve o şeyin hareketlerini, yaraya girmeden önce ne kadar hareketlendiğini, açlıktan heyecanlandığını görebiliyordum. Çıyanı karnımdaki kesikten atınca bütün gücümle direndim, deli gibi çırpındım ve kolum bir şekilde serbest kaldı. Kollarımı tutmaya çalışan vahşilere birkaç yumruk salladıktan sonra iyice serbest kaldım, kan ve böceklerle dolu, ameliyat masası demeye dilimin varmayacağı yerden kalktıktan sonra, bu vahşilerin ancak yüz yıl öncesine ait olabilecek ameliyat araçlarını kullanarak savaşmaya başladım. Bir tanesinin gözüne neşter gibi bir şey sapladım. Bir başkasının boğazını makasa benzeyen bir şeyle kestim. Elime geçirebildiğim bütün ameliyat aletlerini kendimi savunmak için kullanıp oradan kaçtım. Ben kaçarken ve yoldaşlarını öldürürken vahşiler hala o berbat ilahilerine devam etmeye çalışıyorlardı
Hiçbir şeyin aydınlatmadığı spiral bir merdivenden bir elimde ameliyat aletlerini tutup diğer elimle de karnımda açılan kesiği korumaya çalışarak tırmanıyordum. Biraz daha dikkatsiz olup düşsem karnımdaki kesiğe zarar verecektim ya da elimde tuttuğum keskin aletler, üzerimde bir kesik daha açacaktı ama sağ kalma içgüdüsünün verdiği müthiş bir canlılıkla merdivenleri çıkabildim ve yüzeydeki bir meydana vardım. Meydanın etrafında daha fazla vahşi vardı ve her bir ağızdan aynı ilahi söyleniyordu. Etrafıma baktığımda taşlardan yapılmış ilkel bir köyde olduğumu anladım. Vahşiler bir yandan ilahiyi söylerken bir yandan da bana yaklaşmaya başladılar. Elimdeki keskin aletlerle kendimi iyi savunuyordum ama etrafımı çevirmişlerdi ve sayıca çok üstündüler. Durumum giderek çaresizleşirken beni daha fazla korkutan şey vahşilerin yaklaşmaları değil, ilahileri oldu. Nedense onu anlayabiliyordum ama söyledikleri şeyler hiç hoşuma gitmiyordu. İsimsiz bir efendiye, ismini haykırması için yalvarıyorlardı ve gittikçe daha ısrarcı, daha kararlı bir ses tonuyla bunu söylüyorlardı. Her bir yakarışta gökyüzünün, rüzgarın ve içimden yükselen bir korkunun cevap vermeye daha fazla yaklaştığını gördüm. Aynı anda ise içimde dolaşan bir kaşınma vardı. Hayır, bu sefer zihnimde veya duygularımdaki bir kaşınma değildi bu, karnımdaki kesikten gelen fiziksel bir kaşınmaydı.
Gözlerimi yarama çevirdiğimde önceki vahşinin oraya attığı çıyanımsı varlığı beslenirken gördüm. Derimi, organlarımı yemeye çalışıyordu ve nedense acı vermek yerine sadece kaşındırıyordu. Çabucak elimi yarama sokarak çıyanı oradan çıkartmaya çalıştım ama ısırdığı bazı doku parçalarını bırakmamakta inat ediyordu, onu çektikçe dokular da peşinden geliyordu. Neşteri kullanarak önce çıyanı kesmeye çalıştım ama bunun için fazla dayanıklı çıkınca, ısırdığı doku parçalarından birini kestim. Sadece kaşındırdığı için zor olmadı ve çıyan artık dışarıdaydı. Onu meydanın ortasına atınca vahşiler geri çekildi ama ilahileri artık çok daha şiddetliydi, çirkin maskelerinin ardında saklanan yüz ifadelerinde bir zafer duygusunu görebiliyordum. Ama bunun için üzülmeye vaktim olmamıştı çünkü kaşınma hissi devam edince karnımdaki kesiği kontrol ettim. Elimle derimin üzerinden yoklayınca orada dolaşan başka bir şey daha olduğunu anladım. Kesik üzerinden ona ulaşamayacağım kadar uzaklaşmıştı ama neşter elimdeydi ve derinin üzerinden onun hareketini hissedebiliyordum. Nasıl bir durumda olursam olayım içimde böceklerin dolaşmasına izin vermeyecektim ve neşteri karnıma, böceğin dolaştığı yere saplayıp orayı açtım. Daha topluca bir şekli olan, çıyan ile örümcek arası bir yaratığın orada olduğunu görünce hemen elimi daldırıp onu oradan çıkarmaya çalıştım ama bu daha da ısrarcıydı. Hemen yapmam gereken şeyi hatırlayıp yine kendi dokularımı, kendi vücudumu kesmeye başladım. Bu böceği de vücudumdan çıkarıp meydana atınca vahşiler bir kez daha geri çekildiler ve ben bu fırsatı kullanıp aralarından kaçtım. Meydandan çıkınca kendimi bir denizin kıyısında buldum. Deniz, batmakta olan güneşin ışığı üzerime vuruyordu, kuzeyde ise engin dağlar vardı, ölçülemez boyları olan, zirveleri göklere varan…
Vahşiler arkamdan yavaş yavaş yaklaşmaya devam ediyorlardı, çirkin ilahilerini müthiş bir kararlılıkla haykırarak. Ve kabus cevap vermek üzereydi, bunu ruhumun köklerine kadar hissedebiliyordum. Ama içimden şiddetli bir şekilde yükselen başka bir kaşıntı  yüzünden dizlerimin üzerine çöktüm. Karnımdaki kesiklerde bu sefer bir sürü böceğin dolaştığını görebiliyordum ve hiçbir şekilde tereddüt etmeden böcekleri ellerimle söküp söküp attım ama sayıları asla bitmedi. Daha da kötüsü, zehirleri bütün vücuduma yayılıyordu ve derim, tüylerim, kaslarım acımaya, farklılaşmaya başlamıştı. Zehrin yayıldığı yerleri de kesmeye, atmaya başladım ama asla yeterince hızlı değildim. Karnımdan, bacaklarımdan, kollarımdan böceğimsi iğrenç varlıklar çıkmaya devam ediyordu ve onlar çıktıkça benden geriye bir şey kalmıyordu. Elimdeki neşterle kesebildiğim hey yeri kesiyor, tüm böcekleri öldürüyor, böceğe dönüşen hiçbir parçamın hayatta kalmasına izin vermiyordum ama tüm çabalarım boşunaydı. Çözülüyordum, organlarım, uzuvlarım dağılıyordu. En son o berbat kaşıntı yüzüme de sıçrayınca bütün varlığın silinmişti yeryüzünde, artık hiçlikten ibarettim.
Gözümü bir kez daha açınca yine kendimi aynı soğuk sert zeminde buldum ama etrafta kimse yoktu. İlahilerin yankısı kafamda hala devam ediyordu, iğrenç, berbat bir anıdan geriye kalan çirkin tat gibi. Ayağa kalkıp karnımı yokladım ama hiçbir kesik yoktu. Gayet iyi bir durumdaydım. Yine spiral merdivenleri bulup meydana çıktım. İçinde bulunduğum köy bomboştu, hatta bir süredir de terkedilmiş gibi görünüyordu. Toz ve kum binaların çoğunu gömmüştü ama ilahi hala kafamın içinde yankılanmaya devam ediyordu. Kendimi bir kez daha güneşin battığı yöne, İmparatorlar Denizi’ne bakarken buldum. Kuzeyde Akboğa dağları tüm görkemiyle uzanıyordu, bu kumdan cehennemi Yüksekyurt’tan ayırarak. Derken zihnimde yankılanan çirkin ilahi birden sessizleşti. Ve bir fısıltı o doğadışı kelimeyi telaffuz etti kulağımda, kabuslardaki efendinin ismini…
Bu ismi söyleyebilmem, ağzıma alabilmem mümkün değil, sahip olduğum veya olabileceğim herhangi bir dilin altyapısı ve biyolojik sınırlarım bunun için yeterli değil ama belki de böylesi daha iyidir. Bunu aktarabilmek için gerekli anlambilim yöntemlerine de sahip değiliz, belki de hiçbir zaman sahip olamayacağız. Ama o ismi duyan kim olursa olsun aynı duyguları hisseder. Saf bir dehşet. Çaresizlik. 
O ismin tek bir anlamı vardır. Zamanı gelince yükselecek olan bir efendi. Tüm diğer efendilerden çok daha farklı bir seviyede yer alan, istisnasız bu evrenin her bir boyutundaki her bir varlığın korktuğu bir tehlike. Her şeyin sahibi. Tohumlarını tarihi olmayan bir zamanda bütün insanların, türlerin, uygarlıkların, kavramların, cehennemlerin, tanrıların içine atmış olan tek bir efendi. Yabancıların, tüccarların, binbir korkunç uzaylı türün, şeytanların, Tanrıların, Ölüm Diyarının Efendisi olan Dokuz Kollu, İki Suratlı Tanrının, evrenin dışı ile içi arasına hapsedilmiş mahkumun ve hatta Ötedeki Kraliçe’yi sarsan, onlara musallat olan tek bir korku. İçimizdeki açlıklardan, korkulardan, zayıf benliklerden yükselecek olan, her şeyi tüketecek olan tek bir muazzam varlık. İsimsiz bir efendi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)