Spooktober 8 - Hücreler



İçinde bulunduğum hapishaneden canlı bir şekilde çıkmam mümkün değil, belki çıkmamalıyım da çünkü burasının insan dünyasındaki herhangi bir etik veya ilke ile hiçbir alakası yok. Uzun, kocaman bir koridorun etrafındaki beş altı kata dizilmiş yüzlerce hücre var. Hücrelere ikinci bir tek kişilik yatağın sığması mümkün değil. Gerekli ihtiyaçlarımı görebiliyorum ve ayağa kalkıp bir kaç adım atabiliyorum ama o kadar. Yemeklerim hücrenin kapısından veriliyor, artıklar yine hücrenin kapısından alınıyor. Kasten mi böyle yapıldı bilmiyorum ama kapı tamamen parmaklıklardan yapılmış gibi. Kapılar üzerinden koridorun iki ucu ve diğer hücreler görülebiliyor. Koridordaki tüm sesleri de bütün ayrıntılarıyla hücrelerden duyulabiliyorum. Belki bizi daha iyi dinleyebilmek istiyorlardır, belki de yarattıkları dehşeti duyabilmemizi...

Her gece aramızdan birini rastgele seçiyorlar ve koridorun bir ucundaki bir odaya götürüyorlar. Odadan gelen mekanik sesler ve çığlıklar o kadar rahatsız edici ki, bazı mahkumlar, kulaklarını kopartan bazı başka mahkumları gördüğünü iddia ediyor. Odanın kapısının altından gelen tekinsiz tondaki ışıklar da durumu iyileştirmiyor. Odada yaşananların en kötü yanı çığlıklar bitince oluyor çünkü çığlıklar bitse de mekanik sesler ile ışıklar kesilmiyor, yapılan şeyler bir süre devam ediyor. Hücredekilerin bazılarının bu şeylere tanık olmamak için erkenden uyuduğunu biliyorum ama ara sıra gecenin ortasında, ikinci bir kurban götürüyorlar ve bunun yarattığı paranoya benim gibi diğer insanları da karanlığın geç saatlerine kadar ayakta tutuyor. Kurbanla işlerini bitirdiklerinde de onu koridorun diğer ucundaki başka bir odaya götürüyorlar. O odadan hiçbir ses gelmiyor, hiçbir ışık da sızmıyor, donuk, ölü bir oda. Yine de o odaya götürülen kurbanların hepsi hareketsiz ve sessiz değil, bazıları oraya doğru götürülürken çok hafifçe mırıldanıyor. Kurbanların çıkardığı ses tonları ve mırıldandıkları şeyler daha sonra kabuslarımıza musallat oluyor. Bazı kurbanlar da gözlerimizin içine bakıyor doğrudan, sanki bize anlatması gereken korkunç gerçekler varmış da anlatamıyormuş gibi. Bu bakışlar mı beni daha fazla rahatsız ediyor yoksa mırıldanmalar mı bilmiyorum. Yine de çoğu kurban hiç ses çıkarmadan, hareket etmeden o odaya götürülüyor, hala canlılar mı emin değilim.

Hücrelere hiç yeni insanlar getiriyorlar mı bilmiyorum çünkü ben hiç kimsenin geldiğini görmedim. Hatta buraya getirilen son insanın ben olduğuma yemin edebilirim. Yine de her gece yeni birisi ışıklı odaya götürülüyor, buna rağmen her gece başka birisini bulabiliyorlar ve hücrelerde duran insan sayısı hiç değişmiyor gibi duruyor. Belki genel hareketsizlik, cansızlık yüzünden kaybolan insanların yarattığı değişim hiç fark edilmiyordur, belki de bilmediğim yollar üzerinden yeni insanlar getirmeye devam ediyorlardır.

Bir gece, yine ışıklı odadan çıkıp bizi almaya gelmelerini beklerken her şey değişti. İnsanları götürdükleri odadan, ritimsiz, düzensiz, absürt şekillerde yürüyen, insan demeye bin şahit isteyen bir ucubeler sürüsü, aklımdan bir daha çıkmayacak sesler, çığırtmalar eşliğinde koridoru geçti ve ışıklı odaya yöneldi. Hücrelerdeki insanlar kapılardan iyice uzaklaşıp duvarlara yapıştı, bazıları çaresizce dua ediyordu, bazıları oturduğu yere çöküp ağlıyordu, bazıları da yataklarının altında saklanmaya çalışıyorlardı, ben ise sadece olanları seyrediyordum. Dehşet verici sürü yavaş ama tuhaf hareketleri ile ışıklı odaya girdiklerinde bu sefer çok başka çığlıklar duyduk. Odadan gelen ışıkların tonları değişmişti ve arada bir daha duymak istemeyeceğimiz türden ürkütücü kahkahalar da geliyordu. Odadan gelen bu ışıklar ve sesler önce kesildi ve bir süre öyle durdu, sonra da oldukça aşina olduğumuz bir hale geldi. Yine rahatsız edici mekanik sesler ve çığlıklar duyduk, her zaman tüylerimizi ürperten tonda ışıklar eşliğinde.

Hücremizde olanları izleyip beklemekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. En çaresiz, en berbat durumda olsak bile kaçabileceğimiz bir yer de yoktu. Ucube sürüsü, ışıkların geldiği odadan dışarı çıkınca peşlerinden tekinsiz, tehditkar üniformalarıyla ama kurbanlarında yarattıkları deformasyonlara, yaralara sahip başka bir ucube sürüsü geldi. Onlar da aynı şekilde düzensiz hareket ediyor, sahip olmamaları gereken vücut yapıları nasıl adımlar atmalarına izin veriyorsa öyle adım atıyorlardı. Işıklı odadan çıkanlarla büyümüş olan bu yeni ve büyük ucube sürüsü, bir bir hücreleri açıp içindeki insanları ışıklı odaya sürüklemeye başladı. Her defasında teker teker kurban götürülen ışıklı oda, kısa bir süre içerisinde onlarca kişiyle dolmuş, her defasında tek bir kişiden çıkan acı sesleri yirmiye katlanmıştı. Çığlıklar ve mekanik sesler hiç hız kesmeden devam ediyor ve işkenceler devam ettikçe hücrelerden yeni insanlar alınıp götürülüyordu. Neyse ki sıra bana veya yakınımdaki herhangi bir hücreye gelmeden gece vakti sona erdi ve onunla birlikte ışıklı odadan gelen aktivite de bitti.

Hücrelerde bir şekilde sağ kalabilen insanlar da ayrı ayrı delirmeye başlamıştı. Bazıları kendi kendine zarar veriyordu, bazıları ses tellerini yok edecek kadar bağırıyor, mucizevi kişilerden veya güçlerden yardım istiyorlardı. Çok inatçı bir kısım insan hücre kapılarını açmaya, hatta kırmaya çalışıyordu, saatlerce. Ben ise tüm güçsüzlüğümün, zayıflığımın, çaresizliğimin farkına vararak yatağımın olduğu yere çökmüş durumdaydım ama bir yandan da gözlerimi koridordan ayırmıyordum. Bana yakın olan hücrelerdeki insanlar da kendi aralarında konuşuyorlardı. Gece vaktinden önce bir şeyler yapmaları gerektiğini yoksa sonlarının alt kattakilerle aynı olacağını söylüyorlardı. Onlara hiçbir şey yapamayacaklarını, böyle bir imkanlarının veya yeteneklerinin olmadığını söylemek istediysem de söylemedim, herhangi bir amacı olmazdı böyle söylemlerin. Ben de sadece bekledim. Ama ucubeler beklemedi.

Ucubelerin hücrelerden insan götürmeleri için gece vaktini bekleyecek sabırları yoktu. Güneş batmadan kendi arzularına göre gelmişler ve hücrelerden yine insanları alıp götürmüşlerdi ama bunu bu sefer seri bir şekilde, topluca yapmamışlardı. Aldıkları insanları ışıklı odaya götürmelerine rağmen odadan ışık da gelmemişti. Çığlıkları yine duymuştuk, mekanik sesleri de öyle, ama aynı zamanda yakarmaları da. O gün başka birilerini götürmediler. Ama her gün başka birileri daha götürüldü. Düzenli olarak. Götürülen insanları bir daha görmedik, ne diğer odaya atıldılar, ne de ucubeye döndüler. Bir iki hafta olmuştu ki artık bizim hücrelerimizin olduğu kattan da insanlar götürülmeye başlandı. Yan hücrelerdeki insanlar, ucubelerin bizi yemek üzere götürdüklerinden bahsedince bu sefer iyice delirdim. Başıma ne gelirdi bilmiyorum, ama birilerinin beni yeme fikri nedense başka tüm fikirlerden daha itici, daha berbat gelmişti. İçimde bir kurtuluş güdüsü yükselmeye başlamıştı, ne olursa olsun bu olasılığın gerçekleşmesini istemiyordum, bunun olmamasını sağlamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Diğer yandan da pesimist, çaresizliği benimsemiş tarafım da müthiş bir şekilde direniyor, duvara yaslanıp zamanımın gelmesini beklememi istiyordu.

Sanki ucubeler bu düşüncelerimi duyup buna uymak istemiş gibi, hücrelerden götürülen insanların sayısında azalma yaşandı, götürülme sıklığı da iyice düştü. Artık her gün birileri götürülmüyordu, ama götürüldüğü zamanlar da hangi hücredeki insanların götürüldüğünü, bana ne kadar yakın olduklarını anlayabiliyordum. Tüm bu olaylar yaşanırken yemeklerimiz de yoktu, ucubeler bize yemek getirmiyordu, tabi sanırım kimse de durumdan şikayetçi değildi. Ne onları görmek istiyorduk, ne de bize getirebilecekleri şeyleri yemek istiyorduk. Ama açlık zamanla aramızda hayatta kalanları da deliliğe sürükledi, kıvrandırdı, hatta yalvarttı. Ucubeler, bu yalvarışa cevap verir gibi ilk önce en çok ses çıkaranları götürdü, ama bu sefer götürülme aralıkları iyice uzundu, herkesin yüzü gözü çökmüş haldeydi ve artık kimse hücrelerinden kaçmaya da çalışmıyordu, kimsenin gücü yoktu.

En sonunda geriye sadece bir yan hücredeki mahkum ve ben kalmıştık. En azından seslerini duyabildiğim bu kadardı. Ucubeler uzun zaman gelmemişti. Tek tük kelimeler ile yan hücredeki insanla konuşuyorduk. Kaçış planı veya iletişim kurma çabasında değildik, sadece ucubelerin gelmeme ihtimalini konuşmak içimizi rahatlatıyordu. Derken bir gün onun da sesi kesildi, bir süre hiçbir şey duymayınca açlıktan öldüğünü varsaydım.

Yalnız başıma tüm o hücrelerin arasında kalırken, artık benim de zamanımın geldiğini düşünerek yatağımda kıvrıldım, açlıktan öleceğim zamana kadar orada kıvrılmış bir vaziyette duracaktım. Kaderin acımasız bir cilvesi ile bilincimi kaybetmişim çünkü gözlerimi baştan açtığımda hücrelerin kapılarından gelen sesleri duyabiliyordum. Hücrelerin kapılarının açıp kapanmasına eşlik eden tuhaf adım sesleri ve iğrenç mi iğrenç bir koku aşama aşama benim hücreme yaklaşıyordu ve tüm zayıflığımla yatağımda kıvrılmış bir halde duruyordum. Ucubeler en sonunda hücremin kapısını açtığımda, yaşadığım dehşet ile kurumuş gözlerimi onlara dikmekten başka hiçbir şey yapamadım. Ucubeler, iğrenç uzuvları ile beni kollarımdan yakalayıp sürüklemeye başladılar. Omurgalarım ve leğen kemiğim, incecik derim üzerinden hücre kapıları önünden sürünüyordu. Beni önce merdivenlerden indirdiler ve koridora çıkardılar. Sırtım dönük olduğundan nereye gittiğimizi göremiyordum ama gözlerim kurbanların götürüldükleri ölü, donuk oda ile buluşunca, ucubelerin beni ışıklı odaya doğru götürdüklerini anladım. Ama insanlık aşkına, karanlık odaya bakarken gördüklerim, insanın kabuslarında görebileceği dehşetlerden çok daha öte şeylerdi. Tüm bunlardan önce insanın sahip olduğu gerçeklik algısına bir küfürdü sanki. Düşüncelerimin karanlık odadan kayması da, ışıklı odadan gelen mekanik sesleri duymamla oldu. Artık o odaya giriyordum ve her ne kadar tüm nefesimle çığlık atmak istesem de, ne bunu yapacak nefesim, ne ses çıkaracak ses tellerim, ne de gücüm kalmıştı.



Gözlerimi baştan açtığımda kendimi yine yatağımda buldum. Hücremin içinde aynı şekilde kıvrılmıştım, kapı hala kapalıydı. Hepsi berbat bir kabustu ve tüm bu kabusun da bitmek üzere olduğunu kemiklerime kadar hissediyordum. Vücudum kendi kendini sindirirken ve gözlerimdeki ışık kendini karanlığa teslim ederken bir daha o koridora bakmayacağım için, bir daha oradan gelen sesleri dinlemeyeceğim için çok huzurluydum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)