Spooktober 3 - Ressam'ın Çerçevesi

“Dünya bir aynadır sevgili dostum ve ben sadece bu aynada gördüklerimi çiziyorum.” Çok sevdiğim bir dostuma aitti bu sözler. Kendisi bir ressamdı ve yapabildiği her vakitte beni bu uğraşı ile ilgili bilgilendirmek konusunda çok hevesliydi. Çizdiği eserlerde ise bazı insanların güzellikle alaka kuramayacağı çok ilginç bir tarzı vardı. Ucubelikle, karanlık köşelerle, insanın midesini kaldıracak şekiller ve çizgiler barındırıyordu, en azından tarzı hakkında sorduğum zaman bu sözcükleri kullanmıştı. Herkesin zevkiyle uyumlu değildi ama toplumun özellikle belirli bir kesiminin oldukça ilgisini çekiyordu. Ve gün gelince elindeki resimleri bir sergide, işlerini takip eden insanlara sunma fırsatını yakaladı.

O sergide gösterilen resimleri daha önce kimse görmemişti, benim de dahil olduğum yakın çevresi bile. Genişçe bir salonun duvarlarına asılan resimler, içerdikleri karanlık ve çarpık konulara çok ters duran altın rengi çerçevelerin içinde duruyordu. Her bir resim birbirinden çirkindi, ama etkileyici bir çirkinlikti bu. Her bir noktasında ayrı bir detayın bulunduğu, insanın bakış açısıyla sanki kompozisyonu, anlatısı değişen resimlerdi. Her birinin sunduğu ayrı bir dünya, ayrı bir karakter vardı. Resimlerin yansıttıkları duygular, insanın günlük hayatından uzak tutmak istediği kavramlardı ama bu sergide anlaşılmayan bir harmoni oluşturuyorlardı hep birlikte, sanki çok kötü yaşanmışlıklar hakkında yazılmış muhteşem bir şarkı gibi. Hiçbir resme güneş ışığı vurmamıştı, soğuk tonların, absürt çizgilerin, titreşen şekillerin doldurduğu ortamlar yer alıyordu. Tuhaf bir çekim gücü, beni resimlerin üzerinden teker teker, iç dünyamın biraz daha karardığını, biraz daha yozlaştığını hissedebiliyordum. 

Uzun bir süre salonda kaldım ama resimlere bakarak sergide bu kadar fazla vakit geçirmiş olmama karşın dostumu orada hiç görememiştim, halbuki sergiye geleceğime emin olana kadar ısrar etmişti. Oradaki görevlilerden birine dostumun nerede olduğunu sorduğumda, kafa karışıklığını yansıtan gözlerle karşı karşıya kaldım. Ondan cevap alamayacağımı anladıktan sonra evime dönecektim ki salonun sonunda, tüm resimlerden sonra tek başına duran başka bir tablo daha gördüm. Yavaş yavaş ona doğru yaklaştım, diğer tüm resimleri bir bir geçerek. Tabloya bakınca nedense derin bir nefes aldım. Bu resim, diğerlerinin aksine çok daha doğal duruyordu. Tablonun geneline, masmavi açık bir gökyüzü, gökyüzününün altında duran yemyeşil bir tepe hakimdi. Tepenin zirvesinde mütevazı, ahşap bir kulübe yer alıyordu. Çok daha neşeli bir his yayıyordu bu tablo. Çizgiler daha düzgündü, şekiller daha doğal, daha gerçekçiydi. Resme baktığım süre boyunca aldığım nefesi hiç vermediğimi fark edince kendime geldim ve dostumu burada bulamayacağıma emin olduktan sonra eve döndüm.

Uzun bir süre boyunca ressam dostumdan haber alamadım, benimle iletişimi olduğu gibi kesip böyle gidecek birisi de değildi. Çizdiği o tuhaf resim, daha doğrusu diğer tuhaf resimlerinden ilginç bir şekilde farklı kalan normal resim de bir yandan aklımı sürekli meşgul ediyordu. Kopukluk bir süre daha devam edince dostumun sergisine baştan gittim ve görevlilere herhangi bir haber alıp almadıklarını sordum. Görevliler bana bu sefer sinirli bir şekilde cevap verdiler ve beni neredeyse salondan kovacak oldular. Soğukkanlılığımla durumu sakinleştirince onlardan uzaklaştım ve araştırmama bir şekilde devam ettim. Yine nedense salonun sonunda duran o tablonun çekim gücünü hissedebiliyordum. O tarafa gidince nedeni çok net bir şekilde anlaşılır oldu. Resim bu sefer daha farklıydı. Hala güneş ışığının dokunuşlarına, masmavi bir gökyüzüne, canlı, davetkar yeşil bir tepeye ve tepenin üzerinde duran şirin, mütevazı ahşap kulübeye sahipti ama yeni bir şeyler eklenmişti. Resmin sol altında, sırtı bu tarafa dönük duran ve sağ eliyle kulübeyi işaret eden birisi vardı. Bu değişikliği fark edince sorgulayan gözlerle sergideki görevlilere baktım, onlar da benzer bakışlarla beni süzüyorlardı ama niyetleri daha farklıydı. Birkaç dakika boyunca resmin önünde durup onu inceledim, bir yandan da acaba hafızam beni yanıltıyor muydu diye düşünüyordum. En sonunda hızlıca telefonumu çıkardım ve çerçeveyi kameraya alarak tablonun resmini çektim. Bu hareketim görevlilerin sabrını taşırmış olacak ki hemen söylenmeye, bana bağırmaya çağırmaya başladılar. Ben de hızlı adımlarla salondan çıktım ve oradan uzaklaştım.

Sonraki günlerimi, çektiğim resmi internete yükleyip araştırma yaparak geçirdim. İlk başta hiç sonuç alamasam da bir noktada internetin ıssız köşelerindeki bir sitede aynı resimle baştan karşılaştım. Sitenin verdiği bilgilerde resim çizilirken nerenin temel alındığı yazıyordu ve aynı yerin gerçek hayattaki bir görüntüsüyle karşılaştırma yapılıyordu. Hemen bilgileri not ettim ve ertesi gün yolculuğuma çıktım.

Şüphelerle ve temelsiz fikir yürütmelerle geçen yolculuğumun sonunda araştırdığım konuma geldiğimde resmedilen tepe ve tepenin üzerinde duran kulübe ile karşılaştım fakat her şey resimdeki gibi değildi. Buradaki tepede yeşillikten eser yoktu ve ahşap kulübe mütevazılıktan veya şirinlikten uzak, çürüyen bir görüntü sergiliyordu. Çatlamış topraklar ve parçalanan taşlar üzerinde adımlarımı devam ettirerek yavaş yavaş tepeyi tırmandım. Çürümekte olan kulübeye yaklaştıkça içimi tuhaf bir ürperti kaplıyordu, yaptığım şeyin çok yanlış olduğuna dair bir sezgi tüm vücudumda alarmlar veriyordu. Nem ve küf kokan kulübenin önüne geldiğimde yıllardır açılmamış görünen tahta kapıyı zorlayarak iteleye iteleye açtım. Arkamdan vuran gün ışığının içeriyi aydınlatacağına güveniyordum ki sanki tabiat beni bu kulübeye girmemem yönünde uyarıyormuş gibi bulutlar güneşin önünü kapattı. Azıcık ışığın yardımıyla ancak görebildiğim içeriye adımlarımı atınca nem ve küf kokusu iyice baskınlaştı ve midemi rahatsız etmeye başladı. Sol kolumla ağzımı ve burnumu kapayıp adımlarımı devam ettirdim. Artık küçük bir giriş odasının içindeydim. Girdiğim odanın ileride sağ köşesinde başka bir kapı açık duruyordu, dürüst olmak gerekirse gittiğim yerleri görebilmek istediğim için de oradan ilerlemedim. Ama bana bu fırsat tanınmadan zar zor ittirerek açtığım tahta kapı çat diye çarparak kapandı. Gözlerim artık net bir şekilde göremediğim kapıya dönmüş bir şekildeydi ve karanlığın ortasında kalmıştım, bu durumdan oldukça rahatsızdım. Kapıya doğru ilerleyip onu açacaktım ki, diğer açık duran kapıdan dostumun sesi gelince gözlerim oraya çevrildi.

“Seni daha rahat ve içten bir karşılamayla ağırlamak isterdim fakat buraya yeni yerleşiyordum” Bunu söyleyen dostumun kapıdan geçen şeklini de çıkarmak için kendini oldukça zorluyordum. Nedense duvarlara yaslanarak ilerliyordu.

Kulübenin berbat kokusundan rahatsız olup olmadığını sorduğumda, kokuların artık onun için o kadar önemli olmadığını söyledi. Başka duyularına daha fazla önem veriyordu, daha gereksiz duyularına burada ihtiyacı yoktu. Buraya geldiğim için bana teşekkür ettiğini, belli belirsiz davetini anlayabilip kabul ettiğim için ne kadar minnettar olduğunu anlatırken ben de kulübenin duvarlarını ve duvarlara yaslanmış halde duran eşyaları inceliyordum. Dostum sözlerini bitirince bir mum yaktı ve o mumu yakar yakmaz duvarlara onun her zamanki renkleri, şekilleri, çizgileri vurdu. Nasıl yaptı bilmiyorum, ama sergi salonundaki resimlerini bir şekilde buraya getirmişti ve o resimler şimdi duvarlarda çakılmış, yapıştırılmış bir halde duruyordu. Altın rengi çerçevelerini kaybetmeleri beni anlayamayacağım bir seviyede rahatsız ediyordu, sanki o çerçeveler  resimlerin gerçekliklerinin sınırlarıydı ve çerçeveler ortadan kalkınca sınırlar da ortadan kalkmıştı. Dahası dostum burada kaldığı süre boyunca uğraşını devam ettirmişti, resimlerin duvara yerleştirildiği noktalardan itibaren renkler ve çizgiler devam ediyor, diğer resimlere bağlanıyordu. Gördüğümü sandığım eşyalar da bu çizimlerin bir parçasıydı, bütün kulübe sanki muazzam bir göz ilüzyonuydu. Ama bu müthiş yetenek sergisi hiç hoşuma gitmiyordu, tüm bu durum hakkında çok kötü bir şey vardı.

Dostum “Nasıl buldun” diye sorunca ben de arkamı döndüm ve onun oturduğu, mumu yaktığı yere baktım. Gözlerim mi beni yanıltıyordu yoksa bir şekilde gerçekliğin bu biçimlere girdiği unsurlardan cahil mi bırakılmıştım bilmiyorum. Belki de mum ışığının tuhaf geliş açısının bu kulübenin pis kokusuyla birlikte yarattığı etkinin bir sonucuydu ama dostumun sırtı bana doğru dönük bir şekilde oturuyordu ve bu haldeki görüntüsü sanki kendi çizimlerine aitmiş gibi duruyordu.

“Eee, nasıl buldun?” diye tekrarladı sorusunu ama soruyu sorarken çıkardığı sesi duymadığıma yemin edebilirim. Veya ses bir şekilde tüm duvarlardan mı sekiyordu? Belki de sadece kafamın içinde yankılanıyordu? Az önce oturmakta olan dostum artık ayağa kalkmıştı, hala sırtı bana dönüktü ama attığı korkunç kahkahayı, etrafında titreşen çizgilerden, değişen soğuk tonlardan anlayabiliyordum. Birden bana doğru bir hamle yaptı ve çarpık renklerden, şekillerden oluşan eliyle benim kolumu tuttu. Tuttuğu anda attığım çığlığı neden attığımı bilmiyorum, hareketinin yarattığı şoktan değildi, o noktaya kadar çoktan reflekslerimi kaybetmiştim. Kolumu tuttuğunu görebiliyordum, gözlerim bunu algılıyordu ama tenimde onun acısını, ısısını, mekanik baskısını kesinlikle hissedemiyordum. Yine de onu görmemin yarattığı dehşet, bir şekilde zihnimde yankılanıyor, kolum hissedebileceğimin çok ötesinde bir acı çekiyormuş gibi beynimde işleniyordu. Ama daha da kötüsü, o varlığın hiç göremediğim yüzü şimdi benim gözlerimin sadece bir karış ötesindeydi ve içimdeki her bir duygu, her bir düşünce kırıntısı o yüze bakmama izin vermiyordu. Aptal bir düşünce, göremediğim şeylerin bana zarar vermeyeceğini söyleyince hemen gözlerimi kapattım ve hızlıca el hareketleriyle duvarları yoklayarak kapıyı bulmaya çalıştım. Tüm bu görsel kaosun içinde kapıyı de göremiyordum çünkü o da çizimlerin, soğuk tonların arasında kaybolmuş, saklanmıştı. Kapıyı ellerimle ararken duvardaki boyaların elime bulaştığını hissedince bir anlığına öğürdüm ama buradan çıkabileceğime yönelik o küçücük saçma olasılık beni kapıyı bulma çabama geri döndürdü. En sonunda kapıyı bulup tüm gücümle dışarı doğru ittirerek açınca, kendimi dışarıya attım. Ellerimin altındaki çimleri hissedince gözlerimi açtım ve yine tepenin üzerinde olduğunu gördüm. Tepe yine çimlenmişti, güneş ışığını engelleyen bulutlar gitmişti ve kulübe eski mütevazı görüntüsüne geri dönmüştü fakat tuhaf bir durum vardı, her şey sergideki o farklı duran tablodaki gibi görünüyordu, her bir ayrıntısına kadar. Saçma ama bir o kadar da öyle görünen şartlar, beni hala tablonun içinde durduğuma inandırdı. Koşa koşa tepeden aşağıya indim, inince de kaçtığım kulübeye geri baktım. Kulübenin kapısı açık duruyordu ve ressam dostum, en azından bunca zamandır öyle olduğunu düşünmüş olduğum tuhaf varlık kapıdan bana bakıyordu. Bir süre anlamsız bir şekilde bakıştıktan sonra tuhaf varlık art niyetli kahkahalar atarak kulübesine geri döndü ve kapısını kapattı. Ama bu sefer kahkahayı kendi kulaklarımla duyunca şok oldum ve istemsizce kolumu kulübeye uzattım, sanki başka birini bu kulübe hakkında uyarmak için işaret edercesine. Güneş ışığı sırtımın tam arkasından vuruyordu, önümde ise kulübe ve tepe vardı. Arkamdan beni izleyen başka birinin olduğu hissi içimde büyüdü de büyüdü, ve kafamı yavaş yavaş arkaya doğru çevirmeye başladım. Arkamda neyi gördüğümü bilmiyorum, gözlerimle göremediğim ama bilinçaltı seviyesinde orada olduğunu anlayabildiğim bir şey yüzünden müthiş bir çığlık atarak uyandım. Gözlerimi açtığımda yine sergi salonunda idim, baktığım tablo ressamın çizdiği son resimdi, tepe ve kulübeyi konu alan. Ama bu sefer kulübeyi işaret eden figür bana doğru dönmüştü… ve o yüz ifadesi.. Tanrı aşkına… O yüz ifadesini hiçbir şekilde taklit veya tasvir edebileceğimi sanmıyorum, böyle bir dileğim de yok.

Gözlerimi açarken çıkardığım ses bir çığlık gibi miydi yoksa çok hafif bir şey miydi, tam bilmiyorum ama sergi salonunda duran başka bir ziyaretçinin ilgisini çekmiş, ziyaretçiyi yanıma getirmişti.

“Merak etmeyin, ben de bu resmi ilk gördüğümde aynı tepkiyi vermiştim. İnsanın oldukça içine geçen, oldukça etkileyici bir resim. Bir daha böylesini göremeyecek olmamız çok yazık.”

Nedenini sorunca ziyaretçi, önceden görevlinin de bana attığı bakışları attı, kafası karışmış bir halde, ama daha sakin bir cevap verdi.

“Çünkü ressam yıllar önce öldü.”

Bunu duyunca farkına varmadığım bir süre boyunca, yaşadığım dehşeti üzerimden atamadım. O süre boyunca da gözlerim, betimleyemeyeceğim o surat ifadesinde kaldı. En son kendime gelince kafamı, gözlerimi yere eğerek, o sergideki başka hiçbir resimle göz göze gelmeden, bir daha dönmemek üzere salondan çıktım.

Ancak evime döndüğümde fark etmiştim, ellerimdeki boya izlerini.


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)