Spooktober 19 - Affedilemez Olan Birinci Bölüm
“Bu mektup senin eline geçtiğinde ben ölmüş olacağım, en azından öyle olduğunu umuyorum. Başka bir yolu yok. Sana bir şey söylemeliyim, ailemizle alakalı korkunç, berbat bir sır. Benim işlediğim, atalarının işlediği bir suç var. Ailenin peşini yıllardır bırakmayan ve her nesilde taşıyıcısını delirten bencilce bir günah. Hiçbir çılgınlığın, mantıksız arzunun bedeli bu kadar büyük olmamalı, hayır olmamalı. Bu saçmalıklar zinciri benimle birlikte bitecek, ve sen çocuğum, her ne kadar hayatına normal birisi olarak devam edemeyecek olsan da senin çocukların sıradan hayatlar yaşayacaklar. Benim ve muhtemelen senin de kabuslarına maruz kalmayacaklar, geceleri rahat uyku çekebilecekler ve sonraları gündüzleri yaşayan dehşetleri açık duran gözleri ile görmeyecekler.
Bir süredir delice davrandığımı, hareketlerimin dengesizleştiğini, sözlerimin absürtleştiğini fark etmişsindir ve belki de şu anki cümlelerimi buna yoruyorsundur ama seni temin ederim ki durumu bir kez açıkladığımda, ki önceleri inanmak istemeyeceksin, neden böyle bir eyleme giriştiğimi sen de daha iyi kavrayacaksın. Seni hayatın boyunca ailenin geri kalanından ve hayatımın son dönemlerinde de kendimden uzakta tutmaya çalıştım. Senin de aynı çirkin kaderi paylaştığını görmeyi kesinlikle istemiyordum, bunu yaptığım için benim hakkımda istediğini düşünebilirsin, açıkçası istediğimi başardığım takdirde umrumda da değil. Güvende, rahat bir yaşam sürdüreceğini bileyim yeter. Benim ve benim soyumun deliliğini paylaşma çünkü buna değecek hiçbir bedel yok.
Benim gördüğüm ve senin de şu an görmediğini umduğum kabuslar bizimle başlamıyor. Benden önce senin büyükannende vardı, ondan önce benim büyükbabamdada. O ikisinin de benzer kabusları gördüğünü biliyordum ama bunun genetik bir hastalık veya geleneksel masallar gibi ailede anlatılan tuhaf öykülerin takıntılı bir sonucu olduğunu düşünmüştüm bir süre. Ama ailemizin kökeninin dayandığı Karaboynuzlu köyüne gittiğimde bu düşüncelerim değişti. Benim soyum herhangi bir şehir yaşamına dayanmıyor, Akboğa Dağları’nın zirvelerinde göçebe bir hayat tarzına devam eden küçük bir topluluğa dayanıyor. İşte o topluluğunun göç edemeyeceği zamanlarda sığındığı, veya göç etmekte zorlanan zayıf düşmüş üyelerini geride bıraktığı bir yer Akboğa Dağları’ndaki Karaboynuzlu Köyü. Ama bu köy senin bildiğin başka köylere benzemiyor, bu köye mutlak bir gölge hakim.
Bazen eşkiyaların mağaralarına sığınıp bir daha dışarı çıkamadığı, eteklerinde dolaşanların da hep bir uçurumunun dibinde bulunduğu, olmadık vakitlerde itici çirkin yankıların duyulduğu Yeg Zirvesi’nin gölgelerine kurulmuş bu köy. Bu yüzden köyden iç bunaltıcı yağmur bulutları, sisler, kar yağışları eksik olmaz. Köyün bahçelerindeki çiçekleri hiçbir zaman rengarenk görmezsin, hep soluk bir ton halimdir heryere. Köyün yollarında rahat yürümek mümkün değildir, ayağın her adımda çamura batar. Halk çok dindardır ama bir şekilde şamanistik geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Köyün her evi iki üç katlıdır, her ev kara renkli uğursuz bir ağaçtan yapılmıştır, anladığım kadarıyla etrafta başka ağaçlar da olmasına rağmen hep aynı ağaçtan yaparlar. Kötü varlıklardan korunulması amacıyla kapılara hayvan kemiklerinden yapılan tılsımlar asılır. Bu hayvanların kafatasları da evin çatılarının köşelerine konur, sokaklarda dolaşırken bu kafataslarındaki boş göz yuvalarından ardıl dünyalarda var olan şeylerin seni izlediğini hissedersin. Köy uzun zamandır ayakta durmasına rağmen, mezarlığı oldukça küçüktür ve çok fazla mezar yoktur. Olan mezar taşlarında ise yabancı, tuhaf çizimler bulunur. Ama köyün kötücül havasını bu kadar yoğun yapan unsur, işte o Yeg Zirvesi’nin her daim üzerine vurduğu, altındaki her şeyi dünyanın geri kalanından ayıran korkunç gölgesidir. Köyde gezerken gözün zaman zaman o zirveye kayar ve o zirvenin ne gibi tehditler sakladığını düşünürken bulursun kendini.
Ben de kendimi aynı bunun gibi bir durumun içinde buldum. Köyün havasının üzerimde yarattığı etkiden daha kurtulamamıştım ki gözüm o zirveye doğru kaydı ve ne olduğunu anlamadan puslu paranoyak düşünceler, hisler arasında kayboldum.
‘Dağa bakma, bela alırsın başına’ dedi karşımda duran sade giyimli, abartısız tarzlı birisi. Sonra da tuttuğunu fark etmediğim kolumu bırakıp umursamadan gitti. Arkasından gidip onu durduracaktım ki bunu yapmaktan çekindim. İçimde, güvenmemem gereken bir his gitmem gereken yeri bana gösteriyor, gözlerimi oraya doğru çeviriyor, ayaklarımı oraya doğru yönlendiriyordu. Hayır, dağ değildi bu yön, ruhumun en baskıladığım, en berbat, kötücül gizli yanları bile o zirveden uzak durmamı söylüyordu. İçimdeki bu hissin beni getirdiği yer, diğer evlerden biraz daha genişçe duran, üç katlı bir köşktü. İşte ben kapının önünde durup, bu köşkün karanlık ihtişamıyla karşı karşıya kalmışken çevreme toplanmış köylüleri de son anda fark ettim. Hepsi uzakta durup bana ve köşke bakıyordu. Pek konuşmuyorlardı, sanki bir şeyleri rahatsız etmek istemiyorlarmış gibi. Gözleriyle birbirlerine bakış atıyor, birbirlerini dürtüyorlardı. Sanki bir şeyleri merak ediyormuş gibiydiler. Yine de etrafa toplanan insan sayısı oldukça azdı. Köydeki evlerin en az yarısı boştu, hala ayaktaydılar ve yakın zamanda yıkılmayı da reddediyorlardı, ama boştular. Bir zamanlar her kim yaşıyorduysa o evlerde, sonradan köyü terk etmeye karar vermişler. Şu an çevredekiler ise köyün deliliğine dayanabilmiş son insanlardı.
Cesaretimi toplayıp kapıdan girmeye çalışınca kapının kilitli olduğunu fark ettim. Çevreme acaba yardım alabilir miyim diye bir bakış attıktan sonra bunun pek de mümkün olmadığını anladım. Kapıyı kırsam mı diye düşünürken çatının köşesinde duran bir keçi kafatasının boş göz yuvalarının bakışlarını fark ettim. Kapıyı kırmak çok yanlış fikirdi. Ancak o zaman ceketimin cebindeki nesneyi fark ettim, eski bir anahtar duruyordu orada. Anahtarın nereden geldiğini anlamaya çalıştığımda senin büyünannenden bana kaldığını hatırladım. Söylediği kadarıyla benim büyükbabamdan da ona kalmıştı. Anahtarı kapıda kullandığımda ise işe yaradığını gördüm, artık köşk açıktı.
Hoş olmayan ama bir o kadar da tanıdık gelen, beni içeri çağıran bir koku gelmişti burnuma. Genişçe bir giriş odası bekliyordu beni. Odanın raflarında duran cisimleri incelediğimde bunların bezlerden, kemiklerden ve aynı kara ağacın dallarından yapılmış oyuncak bebekler olduğunu gördüm. İlginç bir şekilde yapımına yıllarca ara verilmiş gibi görünüyordu her birinin. Bazıları çok eskiydi, yapılış tekniği de pek iyi değilmiş gibi görünüyordu. Her bir bebekle teknik gelişmiş, yıpranma azalmış ve kalite artmıştı. Sonuncu bebek ise yirmi beş otuz yıl önce yapılmış gibi görünüyordu. Tüm bebeklerin gözlerinde üzgün bir bakış vardı. Bunu fark edince içime tarif edilemez, ağır bir hüzün çöktü nedense.
Dikkatimi bebeklerden çekip köşkün geri kalanını araştırmak istedim. Evin içindeki tüm mobilyalar aynı kara ağaçlardan yapılmıştı. Ev hiç toz toplamamıştı, bunun olmasına izin verilmediğini düşündürttü bana havadaki bir unsur. Attığım her adımda, bastığım tahta zeminden çıkan ses ile hareketlerime cevap veriyordu köşk. Duvarlarda, dolaplarda, tavanda basit, sade ama o güne kadar hiç görmediğim bir tarzda çizilmiş resimler, şemalar, harfler vardı. Biraz inceleyince işin içine bolca matematiğin de dahil olduğunu gördüm. Sayıları ifade eden dallar, çiçekler, yapraklar vardı. Onları tutan insanlar belirli işlemleri gösteriyordu ama bu insanların etkileşime geçtiği diğer insanlar ne anlama geliyordu bilmiyorum.
Bu çizimlere biraz daha dikkat ettiğim zaman içinde bulunduğum berbat durumun boyutu iyice ortaya çıktı. Bu lanetin kökünün nereye kadar indiği, hangi aşamalardan geçtiği, nerelere uğradığı. En kötüsü de kurbanlar. Tanrım, bunca zaman boyunca, kimse farkına varmadan işlenirken bu günah, suçlunun kendisi bile farkında değilken, kaç tane kurban verilmişti? O zavallı, zavallı insanlar…”
Bir süredir delice davrandığımı, hareketlerimin dengesizleştiğini, sözlerimin absürtleştiğini fark etmişsindir ve belki de şu anki cümlelerimi buna yoruyorsundur ama seni temin ederim ki durumu bir kez açıkladığımda, ki önceleri inanmak istemeyeceksin, neden böyle bir eyleme giriştiğimi sen de daha iyi kavrayacaksın. Seni hayatın boyunca ailenin geri kalanından ve hayatımın son dönemlerinde de kendimden uzakta tutmaya çalıştım. Senin de aynı çirkin kaderi paylaştığını görmeyi kesinlikle istemiyordum, bunu yaptığım için benim hakkımda istediğini düşünebilirsin, açıkçası istediğimi başardığım takdirde umrumda da değil. Güvende, rahat bir yaşam sürdüreceğini bileyim yeter. Benim ve benim soyumun deliliğini paylaşma çünkü buna değecek hiçbir bedel yok.
Benim gördüğüm ve senin de şu an görmediğini umduğum kabuslar bizimle başlamıyor. Benden önce senin büyükannende vardı, ondan önce benim büyükbabamdada. O ikisinin de benzer kabusları gördüğünü biliyordum ama bunun genetik bir hastalık veya geleneksel masallar gibi ailede anlatılan tuhaf öykülerin takıntılı bir sonucu olduğunu düşünmüştüm bir süre. Ama ailemizin kökeninin dayandığı Karaboynuzlu köyüne gittiğimde bu düşüncelerim değişti. Benim soyum herhangi bir şehir yaşamına dayanmıyor, Akboğa Dağları’nın zirvelerinde göçebe bir hayat tarzına devam eden küçük bir topluluğa dayanıyor. İşte o topluluğunun göç edemeyeceği zamanlarda sığındığı, veya göç etmekte zorlanan zayıf düşmüş üyelerini geride bıraktığı bir yer Akboğa Dağları’ndaki Karaboynuzlu Köyü. Ama bu köy senin bildiğin başka köylere benzemiyor, bu köye mutlak bir gölge hakim.
Bazen eşkiyaların mağaralarına sığınıp bir daha dışarı çıkamadığı, eteklerinde dolaşanların da hep bir uçurumunun dibinde bulunduğu, olmadık vakitlerde itici çirkin yankıların duyulduğu Yeg Zirvesi’nin gölgelerine kurulmuş bu köy. Bu yüzden köyden iç bunaltıcı yağmur bulutları, sisler, kar yağışları eksik olmaz. Köyün bahçelerindeki çiçekleri hiçbir zaman rengarenk görmezsin, hep soluk bir ton halimdir heryere. Köyün yollarında rahat yürümek mümkün değildir, ayağın her adımda çamura batar. Halk çok dindardır ama bir şekilde şamanistik geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Köyün her evi iki üç katlıdır, her ev kara renkli uğursuz bir ağaçtan yapılmıştır, anladığım kadarıyla etrafta başka ağaçlar da olmasına rağmen hep aynı ağaçtan yaparlar. Kötü varlıklardan korunulması amacıyla kapılara hayvan kemiklerinden yapılan tılsımlar asılır. Bu hayvanların kafatasları da evin çatılarının köşelerine konur, sokaklarda dolaşırken bu kafataslarındaki boş göz yuvalarından ardıl dünyalarda var olan şeylerin seni izlediğini hissedersin. Köy uzun zamandır ayakta durmasına rağmen, mezarlığı oldukça küçüktür ve çok fazla mezar yoktur. Olan mezar taşlarında ise yabancı, tuhaf çizimler bulunur. Ama köyün kötücül havasını bu kadar yoğun yapan unsur, işte o Yeg Zirvesi’nin her daim üzerine vurduğu, altındaki her şeyi dünyanın geri kalanından ayıran korkunç gölgesidir. Köyde gezerken gözün zaman zaman o zirveye kayar ve o zirvenin ne gibi tehditler sakladığını düşünürken bulursun kendini.
Ben de kendimi aynı bunun gibi bir durumun içinde buldum. Köyün havasının üzerimde yarattığı etkiden daha kurtulamamıştım ki gözüm o zirveye doğru kaydı ve ne olduğunu anlamadan puslu paranoyak düşünceler, hisler arasında kayboldum.
‘Dağa bakma, bela alırsın başına’ dedi karşımda duran sade giyimli, abartısız tarzlı birisi. Sonra da tuttuğunu fark etmediğim kolumu bırakıp umursamadan gitti. Arkasından gidip onu durduracaktım ki bunu yapmaktan çekindim. İçimde, güvenmemem gereken bir his gitmem gereken yeri bana gösteriyor, gözlerimi oraya doğru çeviriyor, ayaklarımı oraya doğru yönlendiriyordu. Hayır, dağ değildi bu yön, ruhumun en baskıladığım, en berbat, kötücül gizli yanları bile o zirveden uzak durmamı söylüyordu. İçimdeki bu hissin beni getirdiği yer, diğer evlerden biraz daha genişçe duran, üç katlı bir köşktü. İşte ben kapının önünde durup, bu köşkün karanlık ihtişamıyla karşı karşıya kalmışken çevreme toplanmış köylüleri de son anda fark ettim. Hepsi uzakta durup bana ve köşke bakıyordu. Pek konuşmuyorlardı, sanki bir şeyleri rahatsız etmek istemiyorlarmış gibi. Gözleriyle birbirlerine bakış atıyor, birbirlerini dürtüyorlardı. Sanki bir şeyleri merak ediyormuş gibiydiler. Yine de etrafa toplanan insan sayısı oldukça azdı. Köydeki evlerin en az yarısı boştu, hala ayaktaydılar ve yakın zamanda yıkılmayı da reddediyorlardı, ama boştular. Bir zamanlar her kim yaşıyorduysa o evlerde, sonradan köyü terk etmeye karar vermişler. Şu an çevredekiler ise köyün deliliğine dayanabilmiş son insanlardı.
Cesaretimi toplayıp kapıdan girmeye çalışınca kapının kilitli olduğunu fark ettim. Çevreme acaba yardım alabilir miyim diye bir bakış attıktan sonra bunun pek de mümkün olmadığını anladım. Kapıyı kırsam mı diye düşünürken çatının köşesinde duran bir keçi kafatasının boş göz yuvalarının bakışlarını fark ettim. Kapıyı kırmak çok yanlış fikirdi. Ancak o zaman ceketimin cebindeki nesneyi fark ettim, eski bir anahtar duruyordu orada. Anahtarın nereden geldiğini anlamaya çalıştığımda senin büyünannenden bana kaldığını hatırladım. Söylediği kadarıyla benim büyükbabamdan da ona kalmıştı. Anahtarı kapıda kullandığımda ise işe yaradığını gördüm, artık köşk açıktı.
Hoş olmayan ama bir o kadar da tanıdık gelen, beni içeri çağıran bir koku gelmişti burnuma. Genişçe bir giriş odası bekliyordu beni. Odanın raflarında duran cisimleri incelediğimde bunların bezlerden, kemiklerden ve aynı kara ağacın dallarından yapılmış oyuncak bebekler olduğunu gördüm. İlginç bir şekilde yapımına yıllarca ara verilmiş gibi görünüyordu her birinin. Bazıları çok eskiydi, yapılış tekniği de pek iyi değilmiş gibi görünüyordu. Her bir bebekle teknik gelişmiş, yıpranma azalmış ve kalite artmıştı. Sonuncu bebek ise yirmi beş otuz yıl önce yapılmış gibi görünüyordu. Tüm bebeklerin gözlerinde üzgün bir bakış vardı. Bunu fark edince içime tarif edilemez, ağır bir hüzün çöktü nedense.
Dikkatimi bebeklerden çekip köşkün geri kalanını araştırmak istedim. Evin içindeki tüm mobilyalar aynı kara ağaçlardan yapılmıştı. Ev hiç toz toplamamıştı, bunun olmasına izin verilmediğini düşündürttü bana havadaki bir unsur. Attığım her adımda, bastığım tahta zeminden çıkan ses ile hareketlerime cevap veriyordu köşk. Duvarlarda, dolaplarda, tavanda basit, sade ama o güne kadar hiç görmediğim bir tarzda çizilmiş resimler, şemalar, harfler vardı. Biraz inceleyince işin içine bolca matematiğin de dahil olduğunu gördüm. Sayıları ifade eden dallar, çiçekler, yapraklar vardı. Onları tutan insanlar belirli işlemleri gösteriyordu ama bu insanların etkileşime geçtiği diğer insanlar ne anlama geliyordu bilmiyorum.
Bu çizimlere biraz daha dikkat ettiğim zaman içinde bulunduğum berbat durumun boyutu iyice ortaya çıktı. Bu lanetin kökünün nereye kadar indiği, hangi aşamalardan geçtiği, nerelere uğradığı. En kötüsü de kurbanlar. Tanrım, bunca zaman boyunca, kimse farkına varmadan işlenirken bu günah, suçlunun kendisi bile farkında değilken, kaç tane kurban verilmişti? O zavallı, zavallı insanlar…”
Yorumlar
Yorum Gönder