Spooktober 18 - Tanrısız Dağlar
Büyük Savaş’ın son yıllarıydı. Ülkenin kaynakları iyice azalmıştı ve ordu her geçen gün daha çaresiz bir hal alıyordu. Üst kademe ikiye bölünmüştü, olaylara gerçekçi yaklaşan ve elimizdeki toprakları tutmamız gerektiğini savunan komutanlar ile içinde bulunduğumuz durumdan çıkabileceğimizi, savaşı varsayımsal mucizevi manevralarla kazanabileceğimizi düşünen takıntılı komutanlar... Ne yazık ki çoğunluğu oluşturan komutanlar ikinci gruba dahildi. Düşmanı güçlerini kuzey doğu sınırlarından atmak için son bir harekata girişecektik. Onların karşısına doğrudan çıkmak bizim için yenilgi demekti, gerekli ekipmanımız, eğitimimiz ya da erzağımız yoktu. O yüzden Doğu Ordusu’nun başındaki Deli Komutan’ın sunduğu çözüm kabul edildi ve tam da kara kış yaklaşmışken, ordu Tanrısız Dağlar olarak da anılan bir dağ zincirini aşmak üzere harekete geçti.
Düşman birlikleri, dağın arka tarafında, tek bir geçiti saklayan önemli bir boğazı tutmaya çalışıyorlardı. Bizim kuvvetlerimizin dağı aşmaya çalışmasını beklemiyorlardı çünkü böyle bir girişimin zorluklarını kendileri görebilmişlerdi. Dağı aştığımız sürece zafer bizimdi, düşman kuvvetlerini burada yakaladığımız gibi güçlerini imha edebilir ve teslim olmalarını sağlayabilirdik. Bu harekatı gerçekleştirdikten sonra, karşı taraftaki diğer ülkeler de peşpeşe düşecekti. Sadece bu dağları aşmamız gerekiyordu.
Doğu Ordusu’nun bütün birlikleri dağın eteklerinde yer alan Karkale isimli bir kentten zirvelere doğru yavaş yavaş yola çıktı. En son hareket eden, arkalarda kalacak birliklerden birisi de içinde yer aldığım birlikti. Birlik harekete geçince son bir kez arkama baktım, Karkale’nin mütevazı evleri, tepede yer alan kadim harap kalesi ve leş kokulu ağılları bana sımsıcak yuvalar gibi görünecekti. Dağın eteklerinden ağır ağır yükseldikçe soğuk hava da tenimizi ısırmaya başladı. Karkale’deki insanlardan bazıları askerlere battaniye, örtü, ceket gibi şeyler vermişti çünkü ileride bizi nelerin beklediğini iyi biliyorlardı ama biz bilmiyorduk ve cahilliğimizin cezasını çekecektik. Çoğu askerin üzerinde hala Yüksekkır’ın ovalarına ait olan ceketler duruyordu, bazı askerlerinn ayağında bot yoktu, sadece çarıkla dolaşıyorlardı. Karların arasında yürürken pantolonlarımız, çoraplarımız ıslanıyordu ve bu konuda hiçbir şey yapamıyorduk. Beyaz, merhametsiz soğuk, dağın zirvesinden aşağıya, bize doğru hücum ediyordu, kar fırtınası hızını kesmiyordu ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
Birkaç gün geçmeden birliğimizdeki askerler tek tük hastalanmaya başladı. Kısıtlı bir zaman için onlarla ordu hekimi ilgilendi ama bir süre sonra o da hastalandı, çok geçmeden de öldü. Dağın darbesi hızlı ve acımasızdı, hastalıklar ve ölümler birbiri ardına gelmeye başlamıştı. Savaş alanına gelmemiştik, zirveleri bile göremiyorduk daha ama şimdiden kayıplarımız ağırlaşıyordu. Hasta olanlara yardım etmeyi durdurduk, artık onlarla temasa geçmiyorduk ve sadece geride bırakıyorduk. Böyle zamanlarda bazıları arkamızdan sesleniyor, yardım etmemiz için yalvarıyordu. Bazıları ise arkamızdan küfürler saydırıyordu ama kim ne derse desin, kar fırtınasında birkaç metre ilerleyince kimsenin sesini duymaz hale geliyorduk. İnsanları yeterince arkada bıraktığımız zaman ortama hakim olan sessizlik bana çirkin bir huzur veriyordu. Yine de ara sıra kar fırtınasının sonsuz beyazlığı arasından gelen ulumalar duyduğuma dair yemin edebilirim. Bu ulumaların ilk önce kurtlara ait olduğunu düşünsem de, içime şüphe tohumları serpen farklılıkları görmezden gelemiyordum.
Durum daha da kötü hale geldi. Soğuktan yeterince korunamayacağımızı anladığımızda geride bıraktığımız askerlerin üzerindeki ceketleri, battaniyeleri, örtüleri alıyorduk ve kendimizi ısıtmak için kullanıyorduk. Tabi bu günahlarımızın bedelini nasıl ödeyeceğimizi bilmiyorduk, ta ki ilerideki birliklerle karşılaşana kadar. Onlar da bizlerle aynı şekilde düşünmüş olacaklar ki hastalarını geride bırakmışlardı. Tabi bu hastalar çoktan ölmüştü, kar çoktan yüzlerini, tenlerini kapatmıştı. Biraz daha ısınmayı umduğumuz için bu zavallı kurbanların da üstlerini arıyorduk ama cesetlerin üzerinde herhangi bir örtü, battaniye bulamayınca içimizi ısıtan umutlarımız hemen sönüyordu.
İlerleyişimize devam ettik. Bu noktada herhangi bir harita veya rehberi takip etmiyorduk, birliklerin arkasında cesetlerden oluşan iz, nereye gitmemiz gerektiği konusunda oldukça belirleyiciydi. Ama bazı cesetlerin üzerinde gördüğümüz ısırık izleri, geldiğimiz yöne geri dönmemiz konusunda da bizleri uyarıyordu. Isırık izlerinin bazıları kurtlara, bazıları insanlara aitti. Fakat hangi hayvana ait olduğunu anlayamadığımız tuhaf izler de vardı.
Tırmanış zorlaştıkça ağır ve gereksiz ekipmanlarımızı bir bir geride bıraktık. En sonunda sadece bu dağdan sağ çıkabilmek için lazım olan donanımlarımız yanımızdaydı. Gerçekten dağın diğer tarafına geçtiğimizde ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk çünkü düşmanla karşılaşsak bile herhangi bir çarpışmanın yaşanabileceğinden emin değildim. Dağın diğer tarafında bizi sadece ölüm bekliyordu, belki de ancak bu şekilde ısınacaktık.
Tanrısız Dağların zirvelerine yaklaştıkça başka bir sorun daha baş gösterdi, yiyecek stoklarımız donmaya başlamıştı ve onları çözemiyorduk, ısıtamıyorduk. Isırmaya çalıştığımızda dişlerimiz zarar görüyordu. O yüzden bundan sonra stoklarımızı dikkatli bir şekilde kullanmaya başladık.
Soğuğun kendisi bir noktadan sonra sorun çıkarmayı bırakıp sorunun ta kendisi oldu. Yol arkadaşlarımdan bir çoğu parmaklarını, kulaklarını, deri parçalarını kaybediyordu. Bir iki tanesinin hareket etmekte zorlandığını gördüm. Zorla da olsa dayanabildiğimiz sınırları çoktan geçmiştik, insan doğamızın izin verdiği kadarının çok ötesindeydik. Savaşmaya çalışmıyorduk, sadece hayatta kalmaya çalışıyorduk ve çoğu kişinin bunu yapabileceğinden bile emin değildim. Karın üzerinde yürür halde donmuş ve öylece kalmış cesetleri görünce de ne kadar haklı olduğumu anladım. Haksız çıkmak için her şeyimi verirdim. Donmuş cesetlerin üzerinde de ısırıklar vardı, bazı ısırık izlerinin kaynağını çıkaramıyorduk… ve sanki bu ısırıklar bir şeyin habercisiymiş gibi uluma sesleri geldi. Bu sefer yakındandan geliyordu sesler ve ses kaynaklarının sayısı bir hayli fazla gibiydi. Kurtlara ait ulumalar kolaylıkla seçilebiliyordu, kurtlara ait olmayanlar da…
Açlığın gerçekten de bir sorun olması askerlerden birinin bir diğerini ısırmaya çalışması ile iyice açığa çıktı. Sahip olduğumuz birkaç silahtan biriyle onu vurmak zorunda kaldık. İçindeki hayvana iyice kendini kaptırmış ve son derece vahşileşmişti. Hiç kimsenin yüzünde bir umut belirtisi yoktu ve herkes sadece yapıyor olduğumuz harekete, cesetleri takip ederek yaptığımız ilerleyişe kendini vermişti. Önümüzde imkansız bir hayal bekliyordu sadece ama bizi ilerlemeye zorlayan asıl neden arkada bıraktığımız günahlarımızdı.
Donmuş cesetlerin sıklığı arttı, ısırıklar da bir o kadar absürtleşti, aynı zamanda birliğimizin sayısı da gittikçe azalıyordu. En arkadan gelen birliklerden birisi olduğumuz için ileride olan olaylardan habersizdik ama cesetlerden oluşan iz az çok bir şeyler anlatıyordu. Ulumalar asla kesilmedi ama kurtlardan gittikçe uzaklaştığımızı anlayabiliyorduk. Böyle dağlarda nasıl hayvanlar yaşayabilirdi bilmiyorum ama onlarla karşılaşmak üzere olduğumuz su götürmez bir gerçekti. Karşılaştığımız donmuş cesetlerin durumu iyice korkunç bir hal alıyordu. Bir tanesi kulaklarını kapatmıştı elleriyle. Başka bir tanesi, bir arkadaşını yemeye çalışırken donakalmıştı. Özellikle bir tane asker vardı, ayağı yenilirken donmuştu. Gözlerindeki dehşeti, elleriyle bir şekilde kendini kurtarmaya çalışmasını, kar kütlesi üzerindeki kan izlerini, herşeyi donmuş halde görebiliyorduk. Savaş, korku, ölüm gibi kavramlar, hatta zamanın akışı bile donmuştu bu dağlarda.
O noktada Tanrısız Dağlar’ın zirveleri de görünmeye başladı. Zirveler sanki bizlere yukarıdan bakıyor, olduğumuz şeyleri, yaşamlarımızı, doğamızı küçümsüyordu. Tamamen haklıydı da. Bu dağların güçlerine karşı en ufak bir şey yapamıyorduk. O an hayatta kalan yol arkadaşlarımla birbirimize baktık ve gözlerimizde aynı düşünceyi gördük. Geldiğimiz yoldan dönüp Karkale’ye ulaşmaya çalışacaktık. Bu dağları aşmaya çalışmak delilikti.
Dağ, bu düşüncemizi duymuş olacak ki kan izlerinin girdiği karlı ormanlardan binlerce uluma geldi aynı anda. Her yeri kaplayan beyaz örtünün içindeki karartıları, gölgeli dalgalanmaları seçebiliyordum. Kendini kurtarabileceklerine inanmış arkadaşlarımın çığlıklarını ve artık dibimizden gelen o korkunç ulumaları duydum. Tanrım, o donmuş askerin kulaklarını neden kapatmak istediğini o kadar iyi anlıyordum ki! Bir iki arkadaşımın silahlarının ateşlenmesi ve bazılarının çaresizce ağlamaları da kulaklarıma geliyordu, donmak üzere, kopmak üzere olan kulaklarıma.
“AŞAĞIYAAAAAA!” diye bağırdım gırtlağımın izin verdiği kadarıyla. “AŞAĞIYAAAAA!” baştan, baştan ve baştan. Beni duyan bazı arkadaşlarım da katılmış olacak ki başka yerlerden gelen aynı bağrışmaları da duyabiliyordum. derken bambaşka bir ses duydum.
“...aşağıya…”
Kafamı çevirip kar fırtınasının içinden seslenen bu çatlak, korkunç tonun kaynağını görmeye çalışsam da göremedim. Fırtına sesi her yere taşıyordu, kaynak sürekli hareket halindeydi.
“...aşağıya…”
Arkadaşlarımdan birisi kolumdan çekerek beni kendime getirdi. “AŞAĞIYA” diye bağırdı ve o bağırır bağırmaz şeklini seçemediğim bir karartı gözlerimin algılayabileceğinden daha yüksek hızla önümden geçti. Artık yarım bir cesete bakıyordum, arkadaşımın kafası, gövdesinin bir kısmı ve bir kolu yoktu ama hala diğer kolu ile benim kolumu tutuyordu.
Olanca gücümle aşağıya doğru koştum. Kaçmaya çalışan diğer askerlerin de bağrışmalarını, hareketlerini duyabiliyordum. Arkamdan gelen ulumaları ve insan seslerini çarpık, beceriksizce, umursamazca, dalga geçercesine taklit eden o korkunç yankıları duyabiliyordum. Yol boyunca donmuş cesetlere çarpıp, takılıp düştüm. Onlarla her defasında karşılaştığımda ayrı bir dehşete düşüyor, cesetlerin sanki intikam alırcasına kaçmamı engellediklerini sanıyordum. Ama onlar ölmüştü, ve zavallı soğuk, donmuş halleriyle Tanrısız Dağlar’da öylece kalacaklardı.
Kaç saat veya kaç gün koştum bilmiyorum ama bir noktada bayılmış olmalıyım. Gözlerimi Karkale’nin sıcacık evlerinin birinde açtım. Kendime geldiğimi fark eden kentlilerden biri önüme sıcak bir çorba getirdi ve Tanrım, tüm olanlardan sonra o çorba dünyada gördüğüm en güzel şeydi. Askerlerden başka hiçbiri kurtulamamıştı ve benim de tam anlamıyla kurtulabildiğim söylenemezdi. Sesleri sadece sağ taraftan duyduğumu ve sol gözümü kırpamadığımı fark ettiğimde bana acı gerçeği söylediler. Sol kulağımı ve sol göz kapağımı kaybetmiştim. Hemen sonra ise üzerimde duran battaniyeyi çektiler ve sol bacağımın doldurması gereken boşluğu gördüm.
İyileştikten sonra başkente döndüm ve bir şekilde, bu berbat kabusun kafamda yankılanması ile günlük hayatıma devam ettim. Savaşı kaybetmiştik, üst kademeler çalkalanmış, yüksek komutan kadrosu değişmişti, Doğu Ordusu olduğu gibi imha edilmişti, Doğu Ordusu’na komuta eden Deli Komutan’a ne olduğu konusunda hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Ara sıra bazı aileler ile karşılaşıyorum, Doğu Ordusu’nda görev almış askerlerin aileleri ile. Çocuklarının nasıl öldüğünü, nerede gömüldüğünü soruyorlar. Böyle anlarda konuşamıyorum, gözlerim yere bakıyor, titriyorum, öylece kalıyorum. Tuttuğum yastan, kırılmış gururumdan, düşen yoldaşlarıma duyduğum saygıdan öyle kaldığımı sanıyorlar.
Ama ne zaman o harekatı düşünsem hala soğuktan titriyor, korkudan felç oluyorum. Çünkü o dağ hala orada, üzerinde donmuş bir halde bekleyen zavallı binlerce cesetle birlikte, kar fırtınasının içinde dolaşan o yaratıklarla birlikte, her daim hakimiyetini sürdüren, ölümü ve zamanın kendisini bile donduran acımasız beyaz soğuk ile birlikte...
Düşman birlikleri, dağın arka tarafında, tek bir geçiti saklayan önemli bir boğazı tutmaya çalışıyorlardı. Bizim kuvvetlerimizin dağı aşmaya çalışmasını beklemiyorlardı çünkü böyle bir girişimin zorluklarını kendileri görebilmişlerdi. Dağı aştığımız sürece zafer bizimdi, düşman kuvvetlerini burada yakaladığımız gibi güçlerini imha edebilir ve teslim olmalarını sağlayabilirdik. Bu harekatı gerçekleştirdikten sonra, karşı taraftaki diğer ülkeler de peşpeşe düşecekti. Sadece bu dağları aşmamız gerekiyordu.
Doğu Ordusu’nun bütün birlikleri dağın eteklerinde yer alan Karkale isimli bir kentten zirvelere doğru yavaş yavaş yola çıktı. En son hareket eden, arkalarda kalacak birliklerden birisi de içinde yer aldığım birlikti. Birlik harekete geçince son bir kez arkama baktım, Karkale’nin mütevazı evleri, tepede yer alan kadim harap kalesi ve leş kokulu ağılları bana sımsıcak yuvalar gibi görünecekti. Dağın eteklerinden ağır ağır yükseldikçe soğuk hava da tenimizi ısırmaya başladı. Karkale’deki insanlardan bazıları askerlere battaniye, örtü, ceket gibi şeyler vermişti çünkü ileride bizi nelerin beklediğini iyi biliyorlardı ama biz bilmiyorduk ve cahilliğimizin cezasını çekecektik. Çoğu askerin üzerinde hala Yüksekkır’ın ovalarına ait olan ceketler duruyordu, bazı askerlerinn ayağında bot yoktu, sadece çarıkla dolaşıyorlardı. Karların arasında yürürken pantolonlarımız, çoraplarımız ıslanıyordu ve bu konuda hiçbir şey yapamıyorduk. Beyaz, merhametsiz soğuk, dağın zirvesinden aşağıya, bize doğru hücum ediyordu, kar fırtınası hızını kesmiyordu ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
Birkaç gün geçmeden birliğimizdeki askerler tek tük hastalanmaya başladı. Kısıtlı bir zaman için onlarla ordu hekimi ilgilendi ama bir süre sonra o da hastalandı, çok geçmeden de öldü. Dağın darbesi hızlı ve acımasızdı, hastalıklar ve ölümler birbiri ardına gelmeye başlamıştı. Savaş alanına gelmemiştik, zirveleri bile göremiyorduk daha ama şimdiden kayıplarımız ağırlaşıyordu. Hasta olanlara yardım etmeyi durdurduk, artık onlarla temasa geçmiyorduk ve sadece geride bırakıyorduk. Böyle zamanlarda bazıları arkamızdan sesleniyor, yardım etmemiz için yalvarıyordu. Bazıları ise arkamızdan küfürler saydırıyordu ama kim ne derse desin, kar fırtınasında birkaç metre ilerleyince kimsenin sesini duymaz hale geliyorduk. İnsanları yeterince arkada bıraktığımız zaman ortama hakim olan sessizlik bana çirkin bir huzur veriyordu. Yine de ara sıra kar fırtınasının sonsuz beyazlığı arasından gelen ulumalar duyduğuma dair yemin edebilirim. Bu ulumaların ilk önce kurtlara ait olduğunu düşünsem de, içime şüphe tohumları serpen farklılıkları görmezden gelemiyordum.
Durum daha da kötü hale geldi. Soğuktan yeterince korunamayacağımızı anladığımızda geride bıraktığımız askerlerin üzerindeki ceketleri, battaniyeleri, örtüleri alıyorduk ve kendimizi ısıtmak için kullanıyorduk. Tabi bu günahlarımızın bedelini nasıl ödeyeceğimizi bilmiyorduk, ta ki ilerideki birliklerle karşılaşana kadar. Onlar da bizlerle aynı şekilde düşünmüş olacaklar ki hastalarını geride bırakmışlardı. Tabi bu hastalar çoktan ölmüştü, kar çoktan yüzlerini, tenlerini kapatmıştı. Biraz daha ısınmayı umduğumuz için bu zavallı kurbanların da üstlerini arıyorduk ama cesetlerin üzerinde herhangi bir örtü, battaniye bulamayınca içimizi ısıtan umutlarımız hemen sönüyordu.
İlerleyişimize devam ettik. Bu noktada herhangi bir harita veya rehberi takip etmiyorduk, birliklerin arkasında cesetlerden oluşan iz, nereye gitmemiz gerektiği konusunda oldukça belirleyiciydi. Ama bazı cesetlerin üzerinde gördüğümüz ısırık izleri, geldiğimiz yöne geri dönmemiz konusunda da bizleri uyarıyordu. Isırık izlerinin bazıları kurtlara, bazıları insanlara aitti. Fakat hangi hayvana ait olduğunu anlayamadığımız tuhaf izler de vardı.
Tırmanış zorlaştıkça ağır ve gereksiz ekipmanlarımızı bir bir geride bıraktık. En sonunda sadece bu dağdan sağ çıkabilmek için lazım olan donanımlarımız yanımızdaydı. Gerçekten dağın diğer tarafına geçtiğimizde ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk çünkü düşmanla karşılaşsak bile herhangi bir çarpışmanın yaşanabileceğinden emin değildim. Dağın diğer tarafında bizi sadece ölüm bekliyordu, belki de ancak bu şekilde ısınacaktık.
Tanrısız Dağların zirvelerine yaklaştıkça başka bir sorun daha baş gösterdi, yiyecek stoklarımız donmaya başlamıştı ve onları çözemiyorduk, ısıtamıyorduk. Isırmaya çalıştığımızda dişlerimiz zarar görüyordu. O yüzden bundan sonra stoklarımızı dikkatli bir şekilde kullanmaya başladık.
Soğuğun kendisi bir noktadan sonra sorun çıkarmayı bırakıp sorunun ta kendisi oldu. Yol arkadaşlarımdan bir çoğu parmaklarını, kulaklarını, deri parçalarını kaybediyordu. Bir iki tanesinin hareket etmekte zorlandığını gördüm. Zorla da olsa dayanabildiğimiz sınırları çoktan geçmiştik, insan doğamızın izin verdiği kadarının çok ötesindeydik. Savaşmaya çalışmıyorduk, sadece hayatta kalmaya çalışıyorduk ve çoğu kişinin bunu yapabileceğinden bile emin değildim. Karın üzerinde yürür halde donmuş ve öylece kalmış cesetleri görünce de ne kadar haklı olduğumu anladım. Haksız çıkmak için her şeyimi verirdim. Donmuş cesetlerin üzerinde de ısırıklar vardı, bazı ısırık izlerinin kaynağını çıkaramıyorduk… ve sanki bu ısırıklar bir şeyin habercisiymiş gibi uluma sesleri geldi. Bu sefer yakındandan geliyordu sesler ve ses kaynaklarının sayısı bir hayli fazla gibiydi. Kurtlara ait ulumalar kolaylıkla seçilebiliyordu, kurtlara ait olmayanlar da…
Açlığın gerçekten de bir sorun olması askerlerden birinin bir diğerini ısırmaya çalışması ile iyice açığa çıktı. Sahip olduğumuz birkaç silahtan biriyle onu vurmak zorunda kaldık. İçindeki hayvana iyice kendini kaptırmış ve son derece vahşileşmişti. Hiç kimsenin yüzünde bir umut belirtisi yoktu ve herkes sadece yapıyor olduğumuz harekete, cesetleri takip ederek yaptığımız ilerleyişe kendini vermişti. Önümüzde imkansız bir hayal bekliyordu sadece ama bizi ilerlemeye zorlayan asıl neden arkada bıraktığımız günahlarımızdı.
Donmuş cesetlerin sıklığı arttı, ısırıklar da bir o kadar absürtleşti, aynı zamanda birliğimizin sayısı da gittikçe azalıyordu. En arkadan gelen birliklerden birisi olduğumuz için ileride olan olaylardan habersizdik ama cesetlerden oluşan iz az çok bir şeyler anlatıyordu. Ulumalar asla kesilmedi ama kurtlardan gittikçe uzaklaştığımızı anlayabiliyorduk. Böyle dağlarda nasıl hayvanlar yaşayabilirdi bilmiyorum ama onlarla karşılaşmak üzere olduğumuz su götürmez bir gerçekti. Karşılaştığımız donmuş cesetlerin durumu iyice korkunç bir hal alıyordu. Bir tanesi kulaklarını kapatmıştı elleriyle. Başka bir tanesi, bir arkadaşını yemeye çalışırken donakalmıştı. Özellikle bir tane asker vardı, ayağı yenilirken donmuştu. Gözlerindeki dehşeti, elleriyle bir şekilde kendini kurtarmaya çalışmasını, kar kütlesi üzerindeki kan izlerini, herşeyi donmuş halde görebiliyorduk. Savaş, korku, ölüm gibi kavramlar, hatta zamanın akışı bile donmuştu bu dağlarda.
O noktada Tanrısız Dağlar’ın zirveleri de görünmeye başladı. Zirveler sanki bizlere yukarıdan bakıyor, olduğumuz şeyleri, yaşamlarımızı, doğamızı küçümsüyordu. Tamamen haklıydı da. Bu dağların güçlerine karşı en ufak bir şey yapamıyorduk. O an hayatta kalan yol arkadaşlarımla birbirimize baktık ve gözlerimizde aynı düşünceyi gördük. Geldiğimiz yoldan dönüp Karkale’ye ulaşmaya çalışacaktık. Bu dağları aşmaya çalışmak delilikti.
Dağ, bu düşüncemizi duymuş olacak ki kan izlerinin girdiği karlı ormanlardan binlerce uluma geldi aynı anda. Her yeri kaplayan beyaz örtünün içindeki karartıları, gölgeli dalgalanmaları seçebiliyordum. Kendini kurtarabileceklerine inanmış arkadaşlarımın çığlıklarını ve artık dibimizden gelen o korkunç ulumaları duydum. Tanrım, o donmuş askerin kulaklarını neden kapatmak istediğini o kadar iyi anlıyordum ki! Bir iki arkadaşımın silahlarının ateşlenmesi ve bazılarının çaresizce ağlamaları da kulaklarıma geliyordu, donmak üzere, kopmak üzere olan kulaklarıma.
“AŞAĞIYAAAAAA!” diye bağırdım gırtlağımın izin verdiği kadarıyla. “AŞAĞIYAAAAA!” baştan, baştan ve baştan. Beni duyan bazı arkadaşlarım da katılmış olacak ki başka yerlerden gelen aynı bağrışmaları da duyabiliyordum. derken bambaşka bir ses duydum.
“...aşağıya…”
Kafamı çevirip kar fırtınasının içinden seslenen bu çatlak, korkunç tonun kaynağını görmeye çalışsam da göremedim. Fırtına sesi her yere taşıyordu, kaynak sürekli hareket halindeydi.
“...aşağıya…”
Arkadaşlarımdan birisi kolumdan çekerek beni kendime getirdi. “AŞAĞIYA” diye bağırdı ve o bağırır bağırmaz şeklini seçemediğim bir karartı gözlerimin algılayabileceğinden daha yüksek hızla önümden geçti. Artık yarım bir cesete bakıyordum, arkadaşımın kafası, gövdesinin bir kısmı ve bir kolu yoktu ama hala diğer kolu ile benim kolumu tutuyordu.
Olanca gücümle aşağıya doğru koştum. Kaçmaya çalışan diğer askerlerin de bağrışmalarını, hareketlerini duyabiliyordum. Arkamdan gelen ulumaları ve insan seslerini çarpık, beceriksizce, umursamazca, dalga geçercesine taklit eden o korkunç yankıları duyabiliyordum. Yol boyunca donmuş cesetlere çarpıp, takılıp düştüm. Onlarla her defasında karşılaştığımda ayrı bir dehşete düşüyor, cesetlerin sanki intikam alırcasına kaçmamı engellediklerini sanıyordum. Ama onlar ölmüştü, ve zavallı soğuk, donmuş halleriyle Tanrısız Dağlar’da öylece kalacaklardı.
Kaç saat veya kaç gün koştum bilmiyorum ama bir noktada bayılmış olmalıyım. Gözlerimi Karkale’nin sıcacık evlerinin birinde açtım. Kendime geldiğimi fark eden kentlilerden biri önüme sıcak bir çorba getirdi ve Tanrım, tüm olanlardan sonra o çorba dünyada gördüğüm en güzel şeydi. Askerlerden başka hiçbiri kurtulamamıştı ve benim de tam anlamıyla kurtulabildiğim söylenemezdi. Sesleri sadece sağ taraftan duyduğumu ve sol gözümü kırpamadığımı fark ettiğimde bana acı gerçeği söylediler. Sol kulağımı ve sol göz kapağımı kaybetmiştim. Hemen sonra ise üzerimde duran battaniyeyi çektiler ve sol bacağımın doldurması gereken boşluğu gördüm.
İyileştikten sonra başkente döndüm ve bir şekilde, bu berbat kabusun kafamda yankılanması ile günlük hayatıma devam ettim. Savaşı kaybetmiştik, üst kademeler çalkalanmış, yüksek komutan kadrosu değişmişti, Doğu Ordusu olduğu gibi imha edilmişti, Doğu Ordusu’na komuta eden Deli Komutan’a ne olduğu konusunda hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Ara sıra bazı aileler ile karşılaşıyorum, Doğu Ordusu’nda görev almış askerlerin aileleri ile. Çocuklarının nasıl öldüğünü, nerede gömüldüğünü soruyorlar. Böyle anlarda konuşamıyorum, gözlerim yere bakıyor, titriyorum, öylece kalıyorum. Tuttuğum yastan, kırılmış gururumdan, düşen yoldaşlarıma duyduğum saygıdan öyle kaldığımı sanıyorlar.
Ama ne zaman o harekatı düşünsem hala soğuktan titriyor, korkudan felç oluyorum. Çünkü o dağ hala orada, üzerinde donmuş bir halde bekleyen zavallı binlerce cesetle birlikte, kar fırtınasının içinde dolaşan o yaratıklarla birlikte, her daim hakimiyetini sürdüren, ölümü ve zamanın kendisini bile donduran acımasız beyaz soğuk ile birlikte...
Yorumlar
Yorum Gönder