Spooktober 24 - Kızılkoğuş Üçüncü Bölüm

Ayağa kalkıp kısa bir süre için bana seslenen kişiyi bulmaya çalıştım. Koridordan gelen ışık, rafların arasından sızıp ortamı biraz olsun aydınlatsa da kimseyi bulamadım. Adımlarımı kapıya çevirip kütüphaneden çıktığımda insanların çoktan binayı terk ettiklerini fark ettim. Koridora artık ıssız bir karanlık hakimdi. Kimsenin yürümediği boşluklar öncekinden daha geniş görünüyordu. Artık pencereleri kapalı duran sınıflar, içeriyi aydınlatmaya çalışmıyordu ama tam taksine, sanki her daim koridoru gözleyen uğursuz nöbetçileri içinde saklıyordu. Binaya çöken bu yeni hava beni iyice gerince masada bırakmış olduğum kitabı unuttum ve arkadaşımla sözleştiğim gibi çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Adımlarım yavaş, gözlerim sonuna kadar açıktı. Az önce bana seslenen kişiyi de burada göremedikten sonra paranoya yapıyordum. Çok bariz bir duygu üzerime bastırmaya başladı. Benimle bir oyun oynanıyordu, bu oyunun sonu iyi bitmeyecekti. Her adımımda gözlerim bambaşka bir kapıya, köşeye, açıklığa kayıyordu. Her yerde tehdit arıyordum, kulaklarım rüzgarın uğultusuna, nereden geldiğini kestiremediğim tıkırtılara karşı tetikteydi. Hayal gücüm ise iyice kontrolden çıkmış durumdaydı. Gözümün ucuyla hareketlenmeler yakaladığımı düşünüyor, kafamı çevirdiğimde orada hiçbir şey olmadığını görüyordum. Sonra adımlarıma devam edecekken aynı şeyi baştan yaşıyordum. Sanki kütüphane kapısından girerken aslında bambaşka bir dünyaya açılan bir geçitten geçmiştim, içinde bulunmak istemediğim bir dünyaya girmiştim…
Bu bina hakkındaki her bir yapısal unsurun bu kadar abartılı bir boyutta olması beni ancak o an iyice rahatsız etti. İnsanlar için değil de devler için yapılmışa benzer bir hali vardı. Bazı yerlerde pencerelerin konumu bile çok saçmaydı. Koridorların köşelerinde gördüğüm heykeller de benzer duygular yaratıyordu. Hangi sanatçının elinden çıkmıştı bunlar veya hangi çarpık devirden kalmıştı bilmiyorum ama taklit edilmeye çalışılan figürlerin var olmaması gerektiğini düşünmüştüm. Bir noktada heykeller bu düşüncemi sezmiş olacak ki daha çıkış kapısına olan yolu yarılamadan onların, soğuk, ölü, renksiz gözlerinin beni izlediğini hissettim. Bu saçma düşüncelere devam etmek istemeyip gözlerimi baştan önüme çevirince de duyduğum takırtıların yeri biraz daha belli olmaya başladı. Heykellerin olduğu noktalardan geliyor gibiydiler. Bir an için gözlerim karardı, başım döndü, dengemi kaybettim. Kendimi en yakın duvara dayayarak duruşumu, direncimi geri kazanmaya çalıştım. Görüşümü yine kazanınca dayandığım duvarın, bahçenin hemen yanında olduğunu anladım. Bahçenin duvarlarına vuran kızıl ışık nedense çok daha sönüktü, üzerine çöken karanlıkla olan mücadeleyi kaybetmiş ve bu yenilgiyi kabullenmiş duruyordu. Ezici üstünlüğüyle her yeri kuşatmış olan karanlık ise, bahçenin de havasını olduğu gibi değiştirmişti. Bahçenin çevresinde yer alan başka heykeller, sanki oraya inecek birisini hemen tuzağa düşürmeyi bekliyorlardı. Havuzun etrafındaki devasa ağaçlar, nöbet tutan canavarları andırıyordu, tam ortadaki havuz ise kurbanlarını sonsuza kadar uzanıp giden derinliklerine çekmek istiyordu, ebedi bir hiçliği içinde barındırıyor gibiydi.
Tüm bunların az önce okumuş olduğum kitabın zihnimde yarattığı yankılanmaları olduğu konusunda kendimi iyice ikna ettim. Kitap çok etkileyiciydi ve daha sonra okumaya devam etmek için kendimi tutmakta zorlanıyordum ama şimdi bu boğucu ortamdan kurtulmak istiyordum. Geniş salondan çıkıp kapıdan geçerken, oradaki görevli dönüp bakmadı bile.
“Nerede kaldın?” Arkadaşım dışarıda bunca zamandır beni bekliyordu, ben de normal dünyaya dönmenin verdiği tatlı bir karıncalanmayla pek bir şey anlatmadım ve kafamda biriken düşünceleri işlemek üzere eve dönüş yürüyüşümüze geçtik. İkimizin zihni de doluydu, ikimiz de yorgunduk. Dışarıda karnımızı doyurduktan sonra kendi evlerimize döndük, o gece erken yattım ve okumuş olduğum, sonrasında da bizzat içime çekmiş olduğum ortamlar, kavramlar ile geçirdim o geceyi. Kitapta anlatılan Bilgelik Evi, hapishane, hastane, Enstitü, bodrum katı ve anlatılmayan ama yaşandığı ima edilen birçok farklı şey kabuslarıma girdi. Bölük pörçük bir uykudan sonra bu konular üzerine yapmak istediğim müthiş bir araştırma arzusu ile başladım günüme. Yine arkadaşıma ulaştım ve onunla gelip gelemeyeceğimi sordum. O da büyük bir heyecan ile kabul etti. Bana çevreyi gezdirmeyi çok sevmişti.
“Ama bugün ne kadar boş zamanım olur bilmiyorum, çalışma alanına gidip bazı işlerimi aradan çıkarmam gerek”
“Çalışma alanı mı?”
“Bodrum katı”
Arkadaşımın bu cevabı içimde bambaşka bir heyecan dalgası oluşturdu. Okuduklarımla ilgili hiçbir şey söylemedim ve bodrum katının havasını bizzat kendim içime çekmek istedim. Üst katlardaki boşluklar ne kadar geniş ve yüksekse, bodrum katı da insanı o kadar sıkıştırıyormuş gibi hissettiriyordu. En az yukarısı kadar soğuk olsa da odalar küçüktü, tavan alçaktı, koridorlar dardı hatta bir noktada bir koridordan değil de tünelden geçtiğimi sandım. Bu durum bana Enstitü’nün çeşitli kampüslerini birleştiren gizli tünel söylentilerini hatırlattı ve bu düşünce beni rahatsız etti. Duvarlardan çok hafifç gelen mekanik sesler vardı. Yerin altında olmamıza rağmen, yukarıdaki rüzgarı andıran bir uğultu, burada da ısrarını sürdürüyordu. Bazı yerlerde bir iki metre daha aşağıya inen merdivenler vardı, daha fazla aşağıya indiğimde bir tuzağın daha da içine çekileceğimi söyleyen birisi sesleniyordu ruhumun derinliklerinden. Ben de bu merdivenlerden inmedim. Bütün o deneyler, cesetler ve izi sürülemeyen, doğası anlaşılamayan olayların olduğu yerde bulunduğum düşüncesi bir an tüylerimi ürpertti.
Arkadaşımla sonunda küçük bir oda bulup oturduk. Çantasından eşyalarını çıkarıp çalışmaya başlayacaktı ki üzerime hücum eden bu düşüncelerle onu biraz rahatsız etmek istedim.
“Buradaki odalar, sadece çalışmaya mı ayrılmış? Başka kullanımlara ayrılan yok mu hiç?”
“İnan bana ihtiyaç oluyor. Tabi başka şekillerde kullanılan odalar vardır ama hiç görmedim ben. Bodrumun tamamına hakim değilim, bilmediğim, kullanmadığım odalar, yürümediğim koridorlar vardır tabi ki. Ama şunu söyleyebilirim, yukarıdaki koridorlarda gördüğün çizimlerin, çalışmaların çoğu burada yapıldı. Onları incelersen ayrıntılı bir şekilde yapıldığını göreceksin hepsinin. Bu kadar ayrıntılı çalışmaları, bu binanın dışında kısa sürede yapmak pek mümkün değil. En verimli böyle oluyor.”
Arkadaşımın bu sözleri üzerine çalışmalar bende biraz daha merak uyandırdı ve ondan izin isteyip onları incelemek üzere yukarı çıktım. Bodrum katının üzerimde yarattığı katı, somut baskı ve yukarıdaki genişliğin verdiği his arasındaki farkı merdivenlerden çıkar çıkmaz fark edebiliyordum. Çalışmalara bakınca ilk başta öne çıkan çok önemli bir nokta yok gibiydi. Hepsi kaliteliydi, bilmediğim terimlerden bahseden yazılar, akılda yer tutacak şekilde aktarılmış çizimler, şemalar, işaretler… Sonradan yüzüme çarpan şey ise tüm bu çalışmalardaki detay seviyesiydi. Bunları başka bir yerde bu seviyede detaylı yapmak zor olur demişti arkadaşım ama bana göre bu tamamen imkansız olurdu. Tüm çalışmalar sanki aktarılan olayların, kavramların, kişiliklerin bire bir etkileşime geçilmesi, gözlemlenmesi sağlanarak yapılmıştı. Hepsi birinci kişinin fark edebileceği ayrıntıları veriyordu, verilmemesi gereken, ancak olaylara doğrudan dahil olan kişilerin verebileceği detaylar… Bu gelişmenin üzerine her ne kadar biraz daha korkmuş olsam da merağım daha da fazla körüklenmişti ve her zamankinden daha müthiş bir heyecanla çalışmaları incelemeye devam ettim. Ta ki çalışmaları inceleye inceleye koridorun sonuna gelene kadar, bunu da ancak dün benimle oyun oynadığını düşündüğüm heykellerden birinin soğuk, renksiz ölü gözlerine bakınca anladım.
Tam o sırada arkamda birinin durduğunun sezdim ve yine bir ses bana konuştu.
“Buradan gitmen gerekiyor.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlık Perde

Sırık Bölüm 1: Sarıbolu (Spooktober '24)

Sırık Bölüm 0 (Spooktober '24)