Spooktober 29 - İsimsiz Efendi Bölüm Dört Kabus
İçimde yükselmekte olan endişeyi gözlerimle takip edince, kum fırtınasının doğusunda hareket kocaman bir gölge gördüm. Hareketi sırasında büyüyor ve kum denizinin üstünü kaplayan gökyüzünü de yavaş yavaş kapatıyordu. Adım atarak ilerlemiyordu, yükselmekte olan bir dalga gibiydi, karşılaştığı her şeyi içine çekip karanlık derinliklerinde yutan bir denizi andırıyordu. İyice yaklaştığında sanki içinde bulunduğum çizgisel zamandan olduğu gibi koparmıştı beni ve tüm zamanlara serpmişti. Kabusumu şu an görüyordum, içindeydim, aynı zamanda tüm o yorgun geçen gecelerime de musallat oluyordum. İzlediğim kum tanelerinden hiçbiri zamanda ileri veya geriye gitmiyordu. Hepsi karmaşık hareketlere izin veren, kaotik, düzenden yoksun bir zaman diliminin parçasıydılar. Arkamda yükselen boyutsuz dağların gerçekten de boyutsuz olduklarını anladım. Zaman içinde gökyüzünde ulaşabilecekleri noktaların hepsine aynı anda ulaşıyorlardı, kum fırtınalarının aşındırdıkları etekler ise hem aşınmış hem de aşınıyor idi. Aklımın almadığı bir eylemler zinciri, içinde bulunduğum coğrafyaya hakimdi.
Kabusumdaki varlık iyice yaklaşınca hareketinin bana doğru değil, batmakta olan güneşin vurduğu kıyılara doğru olduğunu farkettim. Ama bir yandan da yüzeye daha yeni yeni çıkıyor gibiydi. Bir anlığına durgun bir çöl manzarası ile karşılaştım. Yüzlerce devasa kum tepesi, uçlarından kumları kaldıran rüzgarların okşaması dışında hareketsizdi, göz alabildiğince uzanıyorlardı. Herhangi bir sürüngen, kuş, hayvan etkinliğinden eser yoktu. Bütün kum denizi, doğal bir şekilde hazırlanmış engin bir mezarlığa benziyordu.
Sonra birden o sonsuz mezarlığın içinden, tüm kum tepelerini yukarı kaldırarak, yararak, gökyüzüne taşıyarak bir varlık yükseldi. Katı kum kütleleri bu varlığın eklemleri, dokuları arasından bir sıvı misali dökülüyor, doğalarına aykırı davranıyorlardı. Dökülen kumlar yeryüzüne karışmak yerine kaotik hareketlerine başlayıp şiddetli, acımasız, vahşi bir fırtınaya dönüştüler. Varlığın çıktığı noktada ise girdaplar oluşmaya başladı, çevrede hayatta kalan diğer kum tepelerini de kendilerine çekiyor ve kum denizinin yapısını bozarak başka girdaplar yaratıyor, denizin üzerinde tuhaf akıntılar oluşturuyorlardı. Kumlar, dünya üzerindeki tüm inançların kutsal kabul ettiği her şeye isyan edermiş gibi yaptığı bu saldırıyordu. Dağlar ise bu saldırıya göğüs geren duvarlar gibi yükseliyordu. Dağların milyonlarca yıl boyunca yavaş yaptığı hareketlerin hepsini, bir kaç saniye içinde, o korkunç görkem ile duydum. Ve bu berbat mezarlıktaki kabus ve dağların ardındaki gerçek dünya arasındaki eşik belirlenmiş, sınır çekilmiş oldu. Tek sorun ise ben kabusta kalmıştım.
Ama karşımdaki varlık sonuna kadar yükselip, kıyıya doğru harekete geçince, ve o noktaya kadar gözlemlediğim önceki hareketleriyle tuhaf bir uyum yakalayınca aslında bu durumun çaresizliğine şahit oldum. Sayılarının sürekli değiştiği ama sahip olduğum matematik bilgimle bir türlü söyleyemediğim böcek eklemleri ile insan kolu arasında bir yapıya sahip bacaklarını kullanarak ilerliyordu. Bu bacakların ne kadar uzun olabileceğine dair herhangi bir fikrim yok çünkü bunların hiçbir zaman o yozlaşmış kum denizinin içinden tam olarak çıktığını görmedim. Eklemlerin bağlanma noktalarının hareketlerinden bir yürüyüş, bir marş halinde olduğu belliydi bu varlığın ama bacaklarının uç kısımlarının o denizin ne kadar dibine kadar gömüldüğünü bilmiyordum. Tarif edemeyeceğim bazı yapıların tepesinde belirli açılardan çoğul olarak seçilebilen gözleri, bazı açılardan ise bariz bir şekilde tek olduğu görülen gözü yer alıyordu. Tanrım, o gözlere baktığımda bana geri yansıttıkları… Evrenin saklanmış köşelerinde duran berbat yıldızlar, en kötü cehennemleri bertaraf eden iğrenç gezegenler, en olmayacak biçimlere bürünmüş organizmalar… Gözlerimi onun gözlerinden çekip kapasam bile hala görebiliyordum onları. Hala o gözlerin, veya gözün, bana baktığını ve gösterdiği şeyleri görebiliyordum. Göz kapaklarımın işlevsizliğini görünce yine gözlerimi açtım ve şahit olduğum şeylere teslim oldum. O gözler… Kesinlikle çok fazla göz vardı, gökteki yıldızlardan daha fazla… ama bir şekilde zihnim onları tek bir göz olmaya, tek bir göz olarak algılamaya zorluyordu.
Yine betimleyemeyeceğim bazı dokularından yeni uzuvlar çıkmaya başladı. Ancak omuz ve kol olarak yorumlayabileceğim bu uzuvların yapıları, bükülme açıları, kas hareketleri, dış dokuları… Bunları kumların içinde gezdiriyor ve görebildiğim kadarıyla lahitleri, tabutları, bazı bina parçalarını kaldırıp ancak ağız olarak açıklayabileceğim bir şeye atıyordu. Ve o ağız… İçinde, şu ana kadar yemiş olduğu sayısız form, kavram, canlı, dünya, bilinç duruyordu… Hepsi de varlığın içindeki bazı sindirim unsurları diyebileceğim şeyler tarafından parçalanmış, çarpıtılmış, yozlaşmıştı. Gözlerimin yakalayabileceğinden daha hızlı hareket eden kollarından biri benim olduğum tarafa yaklaşınca kontrolsüz bir çığlık atıp yere yattım ama arkamdaki mağaralardan birine doğru uzandı ve içinden uzunca, böcek ile yumuşakça arasında bir biçime sahip, iğrenç bir canlıyı aldı. Bu mağara benim geldiğim mağaraydı ve orada böyle bir şeyin yaşadığını bilmiyordum, bilseydim mağaraya hiç girmeyebilirdim de. O kol arkamdaki mağaraya ulaştığı zaman varlığın dokularının ne kadar doğa dışı, evrenin yapısına, tabiata aykırı, yasak öğeler barındırdığını gördüm. Kabuğu veya teni olarak ancak tanımlayabileceğim dokusunda porlar duruyordu. Porlar sıksık esneyip genişliyor, kapanıp açılıyor ve her defasında içlerinden daha küçük şeyler çıkıyordu. Benzer eklemlere sahip, küçük, berbat şeyler, hareketlenen, avlanan, toplayan, çalan hayvanımsı hasatçılar...Birkaç tanesi benim üstüme çıkmaya çalışınca çılgınca hareketlerle onları üzerimden atabildim ama bu hareketim dikkat çekmiş olacak ki daha fazlası üzerime doğru hücum etmeye başladı. Deli gibi çırpınıp üzerime çıkan por şeytanlarını bir başkasının üzerine savuruyor, yapabildiğim zaman ayaklarımın altında eziyordum ama sayıları çok fazlaydı, porlar açıldıkça içlerinden daha fazlası çıkıyordu. Derken çöl manzarasını işgal eden, yürüyen kabusun ağızımsı açıklığından korkunç bir çığlık yükseldi ve küçük böceğimsi şeyler yine o porlara geri döndüler. Sayısız iğrenç böceğin aynı kolun porlarına doluşmasını izlemek, en az diğer şeyler kadar korkunçtu, ama olaylar daha da kötü hale gelecekti. Yaratığın korkunç çığlığı bir çağrı gibiydi, aynı anda havada uçuşan kum taneleri geometrik şekillerini değiştirmeye başladılar, teker teker… Hepsi de bu dünyaya, bu uzaya, bildiğimiz, çözdüğümüz geometriye aykırı formlara girmeye başladılar. Anlamsız rüzgarda yaptıkları anlamsız hareketleri de değişti, artık bir anlamı olduğunu sezebiliyordum ama bana ve içinde bulunduğum dünyaya yabancı bir anlamdı.
Kumların çarptığı yeryüzünün, kayaların üzerindeki çıplaklığın içinde hangi renkte olduklarını, nasıl yapıları olduğunu saptayamadığım bitkiler çıkmaya başladı. Aslında bitkilerden çok, varlığını inkar edeceğimiz kadar çirkin bir hayvanın uzuvları gibiydi bunlar ama organize olma tarzı daha çok bitkileri andırıyordu. Kokuları yüzünden ise tüm organlarımı dışarıya kusmak istiyordum. Herhangi bir güzellik anlayışından yoksundular, hatta böyle bir şey varsa müthiş bir çirkinlik anlayışını kusursuz bir şekilde uyguluyorlardı. Onları kumların arasından, fırtınanın kapladığı gökyüzünden inen hareketli şeyler izledi. Ancak fauna olarak tanımlayabileceğim şeyler, en az bu çirkin flora kadar berbattı. Çıkardıkları sesler en korunaklı şehirleri günlerce uyutmaz, en güçlü keşişlerin iradelerini bir daha düzelmeyecek bir şekilde kırardı. Bu flora ve fauna arasından ise en kötü arzuları yansıtan kıyafetleriyle isimsiz figürler geldi. Çölde ilerlemekte olan, uğursuz görkemiyle her yeri kaplayan varlığa tapan figürlerdi bunlar. Onun yarattığı yok oluşu, insanın ruhunu tırmalayan izlerini takip ediyorlardı ve bundan açıklanamaz bir haz alıyorlardı.
Kabusun ilerlediği tarafta, batan güneşin olduğu yönde, İmparatorlar Denizi’nin kıyısında ise ışıl ışıl parlayan, kuleleri, surları, sarayları ile yükselmiş mermer bir şehir vardı. Her türlü müzik, marş ve ninninin, kulaklara ziyafetler verecek seslerin çıktığı bir yerdi. Daha farklı bir zamanda medeniyetin yıkılmaz kalesi, etik ve estetik değerlerin yuvası olarak görünebileceği bir yerdi ama kabusun karşısında bir an bile dayanmadı. Ustalıkla elde edilmiş mermerimsi bir maddeden yapılan surları anında tuzla buz oldu ve tüm o materyal, yozlaşmakta olan kum tanelerinin arasında kayboldu. Kuleler, saraylar yıkıldı, ninniler, müzikler çaresiz çığlıklara dönüştü. Birkaç saniye geçmeden şehir olduğu gibi kabusa yenik düştü ve tam o noktada ise zihnime müthiş bir karanlık ve sessizlik hücum etti.
Kabusumdaki varlık iyice yaklaşınca hareketinin bana doğru değil, batmakta olan güneşin vurduğu kıyılara doğru olduğunu farkettim. Ama bir yandan da yüzeye daha yeni yeni çıkıyor gibiydi. Bir anlığına durgun bir çöl manzarası ile karşılaştım. Yüzlerce devasa kum tepesi, uçlarından kumları kaldıran rüzgarların okşaması dışında hareketsizdi, göz alabildiğince uzanıyorlardı. Herhangi bir sürüngen, kuş, hayvan etkinliğinden eser yoktu. Bütün kum denizi, doğal bir şekilde hazırlanmış engin bir mezarlığa benziyordu.
Sonra birden o sonsuz mezarlığın içinden, tüm kum tepelerini yukarı kaldırarak, yararak, gökyüzüne taşıyarak bir varlık yükseldi. Katı kum kütleleri bu varlığın eklemleri, dokuları arasından bir sıvı misali dökülüyor, doğalarına aykırı davranıyorlardı. Dökülen kumlar yeryüzüne karışmak yerine kaotik hareketlerine başlayıp şiddetli, acımasız, vahşi bir fırtınaya dönüştüler. Varlığın çıktığı noktada ise girdaplar oluşmaya başladı, çevrede hayatta kalan diğer kum tepelerini de kendilerine çekiyor ve kum denizinin yapısını bozarak başka girdaplar yaratıyor, denizin üzerinde tuhaf akıntılar oluşturuyorlardı. Kumlar, dünya üzerindeki tüm inançların kutsal kabul ettiği her şeye isyan edermiş gibi yaptığı bu saldırıyordu. Dağlar ise bu saldırıya göğüs geren duvarlar gibi yükseliyordu. Dağların milyonlarca yıl boyunca yavaş yaptığı hareketlerin hepsini, bir kaç saniye içinde, o korkunç görkem ile duydum. Ve bu berbat mezarlıktaki kabus ve dağların ardındaki gerçek dünya arasındaki eşik belirlenmiş, sınır çekilmiş oldu. Tek sorun ise ben kabusta kalmıştım.
Ama karşımdaki varlık sonuna kadar yükselip, kıyıya doğru harekete geçince, ve o noktaya kadar gözlemlediğim önceki hareketleriyle tuhaf bir uyum yakalayınca aslında bu durumun çaresizliğine şahit oldum. Sayılarının sürekli değiştiği ama sahip olduğum matematik bilgimle bir türlü söyleyemediğim böcek eklemleri ile insan kolu arasında bir yapıya sahip bacaklarını kullanarak ilerliyordu. Bu bacakların ne kadar uzun olabileceğine dair herhangi bir fikrim yok çünkü bunların hiçbir zaman o yozlaşmış kum denizinin içinden tam olarak çıktığını görmedim. Eklemlerin bağlanma noktalarının hareketlerinden bir yürüyüş, bir marş halinde olduğu belliydi bu varlığın ama bacaklarının uç kısımlarının o denizin ne kadar dibine kadar gömüldüğünü bilmiyordum. Tarif edemeyeceğim bazı yapıların tepesinde belirli açılardan çoğul olarak seçilebilen gözleri, bazı açılardan ise bariz bir şekilde tek olduğu görülen gözü yer alıyordu. Tanrım, o gözlere baktığımda bana geri yansıttıkları… Evrenin saklanmış köşelerinde duran berbat yıldızlar, en kötü cehennemleri bertaraf eden iğrenç gezegenler, en olmayacak biçimlere bürünmüş organizmalar… Gözlerimi onun gözlerinden çekip kapasam bile hala görebiliyordum onları. Hala o gözlerin, veya gözün, bana baktığını ve gösterdiği şeyleri görebiliyordum. Göz kapaklarımın işlevsizliğini görünce yine gözlerimi açtım ve şahit olduğum şeylere teslim oldum. O gözler… Kesinlikle çok fazla göz vardı, gökteki yıldızlardan daha fazla… ama bir şekilde zihnim onları tek bir göz olmaya, tek bir göz olarak algılamaya zorluyordu.
Yine betimleyemeyeceğim bazı dokularından yeni uzuvlar çıkmaya başladı. Ancak omuz ve kol olarak yorumlayabileceğim bu uzuvların yapıları, bükülme açıları, kas hareketleri, dış dokuları… Bunları kumların içinde gezdiriyor ve görebildiğim kadarıyla lahitleri, tabutları, bazı bina parçalarını kaldırıp ancak ağız olarak açıklayabileceğim bir şeye atıyordu. Ve o ağız… İçinde, şu ana kadar yemiş olduğu sayısız form, kavram, canlı, dünya, bilinç duruyordu… Hepsi de varlığın içindeki bazı sindirim unsurları diyebileceğim şeyler tarafından parçalanmış, çarpıtılmış, yozlaşmıştı. Gözlerimin yakalayabileceğinden daha hızlı hareket eden kollarından biri benim olduğum tarafa yaklaşınca kontrolsüz bir çığlık atıp yere yattım ama arkamdaki mağaralardan birine doğru uzandı ve içinden uzunca, böcek ile yumuşakça arasında bir biçime sahip, iğrenç bir canlıyı aldı. Bu mağara benim geldiğim mağaraydı ve orada böyle bir şeyin yaşadığını bilmiyordum, bilseydim mağaraya hiç girmeyebilirdim de. O kol arkamdaki mağaraya ulaştığı zaman varlığın dokularının ne kadar doğa dışı, evrenin yapısına, tabiata aykırı, yasak öğeler barındırdığını gördüm. Kabuğu veya teni olarak ancak tanımlayabileceğim dokusunda porlar duruyordu. Porlar sıksık esneyip genişliyor, kapanıp açılıyor ve her defasında içlerinden daha küçük şeyler çıkıyordu. Benzer eklemlere sahip, küçük, berbat şeyler, hareketlenen, avlanan, toplayan, çalan hayvanımsı hasatçılar...Birkaç tanesi benim üstüme çıkmaya çalışınca çılgınca hareketlerle onları üzerimden atabildim ama bu hareketim dikkat çekmiş olacak ki daha fazlası üzerime doğru hücum etmeye başladı. Deli gibi çırpınıp üzerime çıkan por şeytanlarını bir başkasının üzerine savuruyor, yapabildiğim zaman ayaklarımın altında eziyordum ama sayıları çok fazlaydı, porlar açıldıkça içlerinden daha fazlası çıkıyordu. Derken çöl manzarasını işgal eden, yürüyen kabusun ağızımsı açıklığından korkunç bir çığlık yükseldi ve küçük böceğimsi şeyler yine o porlara geri döndüler. Sayısız iğrenç böceğin aynı kolun porlarına doluşmasını izlemek, en az diğer şeyler kadar korkunçtu, ama olaylar daha da kötü hale gelecekti. Yaratığın korkunç çığlığı bir çağrı gibiydi, aynı anda havada uçuşan kum taneleri geometrik şekillerini değiştirmeye başladılar, teker teker… Hepsi de bu dünyaya, bu uzaya, bildiğimiz, çözdüğümüz geometriye aykırı formlara girmeye başladılar. Anlamsız rüzgarda yaptıkları anlamsız hareketleri de değişti, artık bir anlamı olduğunu sezebiliyordum ama bana ve içinde bulunduğum dünyaya yabancı bir anlamdı.
Kumların çarptığı yeryüzünün, kayaların üzerindeki çıplaklığın içinde hangi renkte olduklarını, nasıl yapıları olduğunu saptayamadığım bitkiler çıkmaya başladı. Aslında bitkilerden çok, varlığını inkar edeceğimiz kadar çirkin bir hayvanın uzuvları gibiydi bunlar ama organize olma tarzı daha çok bitkileri andırıyordu. Kokuları yüzünden ise tüm organlarımı dışarıya kusmak istiyordum. Herhangi bir güzellik anlayışından yoksundular, hatta böyle bir şey varsa müthiş bir çirkinlik anlayışını kusursuz bir şekilde uyguluyorlardı. Onları kumların arasından, fırtınanın kapladığı gökyüzünden inen hareketli şeyler izledi. Ancak fauna olarak tanımlayabileceğim şeyler, en az bu çirkin flora kadar berbattı. Çıkardıkları sesler en korunaklı şehirleri günlerce uyutmaz, en güçlü keşişlerin iradelerini bir daha düzelmeyecek bir şekilde kırardı. Bu flora ve fauna arasından ise en kötü arzuları yansıtan kıyafetleriyle isimsiz figürler geldi. Çölde ilerlemekte olan, uğursuz görkemiyle her yeri kaplayan varlığa tapan figürlerdi bunlar. Onun yarattığı yok oluşu, insanın ruhunu tırmalayan izlerini takip ediyorlardı ve bundan açıklanamaz bir haz alıyorlardı.
Kabusun ilerlediği tarafta, batan güneşin olduğu yönde, İmparatorlar Denizi’nin kıyısında ise ışıl ışıl parlayan, kuleleri, surları, sarayları ile yükselmiş mermer bir şehir vardı. Her türlü müzik, marş ve ninninin, kulaklara ziyafetler verecek seslerin çıktığı bir yerdi. Daha farklı bir zamanda medeniyetin yıkılmaz kalesi, etik ve estetik değerlerin yuvası olarak görünebileceği bir yerdi ama kabusun karşısında bir an bile dayanmadı. Ustalıkla elde edilmiş mermerimsi bir maddeden yapılan surları anında tuzla buz oldu ve tüm o materyal, yozlaşmakta olan kum tanelerinin arasında kayboldu. Kuleler, saraylar yıkıldı, ninniler, müzikler çaresiz çığlıklara dönüştü. Birkaç saniye geçmeden şehir olduğu gibi kabusa yenik düştü ve tam o noktada ise zihnime müthiş bir karanlık ve sessizlik hücum etti.
Yorumlar
Yorum Gönder